Arşiv

Archive for the ‘fikir’ Category

3. Dünya Savaşı

11/01/2009 1 yorum

Uzun zamandır politika yazmıyorum. Neden mi? Önüne gelen yazıyor zaten, benim yazmam dünyayı mı kurtaracak! Görüyorsunuz işte medyada, birkaç eleman bir şey yapıyor, yüzlerce kişi olayı yorumluyor. Sonuç ise sıfır!

Peki şimdi neden yazıyorsun diyebilirsiniz. Yerden göğe haklısınız. Yalnız ‘neden yazmayacağıma’ dair fikri açıklayayım da ileride sorun çıkmasın. Ha, benim gibi bir boka yaramayan enteller bunu çok sever. Mücadeleye girmeyip “Ben demiştim!” demeye bayılırız. Ha, mücadeleye girip bir şey de değişmeyecek lakin onur geyiğine birkaç aksiyon fena olmazdı.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:fikir, politika, yorum

Aklıma Takılanlar

  • Youtube: Bana başka bir ülke söyleyin ki yasaklı bir sitenin tıklanma sayısı artsın? Öyle bir ülke ki başbakanı bile “Ben de giriyorum! Siz de girin!” desin. Sonra da siz apışıp kalın!
  • Francesca Martinez: Ünlü İngiliz spastik, stand-up komedyen. Sahnedeki malzemesi kendi başına gelenler ve önyargılar. İlginç!
  • Extras: Efsane bir İngiliz komedisi daha. Loser olmanın durum komedisi de denilebilir. Asıl artısı her bölüme konuk olan ünlüler ve kendileriyle dalga geçmeleri. Favorim Orlonda Bloom ve Kate Winslet.
  • Melih Gökçek: Bu ülkeyi yönetenlerin kim olduğunu tüm çıplaklığıyla gösterdi.
  • Disco Kralı’nın 12 Aralık’taki programı: 90’ları son derece saygıyla andı. Son yıllarda her dakikasını zevkle izlediğim tek program oldu.
  • Sima – Her şeye Rağmen: Disco Kralı’nın 90’lardaki klipler sıralamasında hatırladığım enfes şarkı ve klip.
  • Woody Allen: Her seyrettiğim filmiyle şaşırtabilmesi beni büyülüyor.
  • Bant’ın 50. sayı şerefine verdiği Atatürk posteri ve stickerları: Bütün bunların sadece 7 YTL olması takdire şayan.
  • Kum saatindeki zaman mantığı: İlk defa Death in Venice filminde duyduğum ve uygulamasını gördüğüm kavram. Mantık şöyle: En başta zaman yavaş akar, tıpkı kum saatinde aşağıya düşen ilk kum tanelerinin sanki akmıyormuş gibi görünmesi misali. Ama süre bittikçe zaman akışı hızlanır, tıpkı son kum tanelerinin hızla aşağı düşmesi misali. Sonradan dikkat ettiğimde çoğu filmde zaman akışı olarak bu mantığın uygulandığını gördüm. Mesela bugün izlediğim Sonbahar bunu çok güzel kullanmış. Ayrıca cep telefonlarında şarjın boşalması da aynı mantıkta oluyor.
  • İskele ucunda denize bakan kadın sahnesi: Sonbahar’da da görünce aklıma geldi ki bu sahneyi kullananlar çoğunlukla çok iyi oluyor. Aklıma ilk gelenler Dark City ve Age of Innocence oldu.
Kategoriler:fikir, günlük

Banliyö

Biraz okuyan, film izleyen Türklerin gözünde ‘banliyö’ kelimesi New York’u, Chicago’yu hatırlatır. Ya da kısaca Amerikan şehir yaşantısını hatırlatır diyebiliriz. Hollywood filmlerinde pek adı geçer, hatta onun üzerinden terimler üretilir, tezler yazılır falan. Ama biz bunlara hep dışarıdan bakarız.

Filmlerdeki banliyölerde yaşayanlar pek zengin olmazlar. Orta halli denilen statüdedirler. Hatta bazı banliyölerde fakirler yaşar. Bize hep garip gelir bu. Çünkü bizde şehir dışında genelde zenginler yaşar. Siteler içinde, güvenlikli, havuzlu evlerdir bizimkiler. Ayrıca çok katlı apartmanlar vardır Türkiye’de ve bu saydıklarım ucuz değildir pek. Bu yüzden de ‘banliyö’ kelimesiyle Türk insanının tanışması daha çok yenidir.

İstanbul’u bir kenara bırakırsak, şehir merkezinden uzakta yaşama ihtiyacı 10-20 yıldır başladı. Bundan önce Türk şehirleri, İslami şehir planlamasına uygun kurulurdu. Terimin adını doğru kullanmamış olabilirim lakin içeriği şöyle: Şehrin en merkezinde büyük bir cami bulunur. Caminin çevresi çarşıdır. Çarşının bir kenarında zenginler mahallesi vardır. Çarşıya diğer komşu mahallelerde orta halliler yaşar. Orta hallilerin arkasında da düşük gelirli insanlar yaşar. Çoğu Anadolu şehrinde bu yapı kullanılmıştır. Mesela Bursa bunu çok iyi bir örneğidir. Ulu Cami etrafında Kapalıçarşı, Tuz Pazarı ve hanlar vardır. İpekçiler Caddesi zengin tabaka içindi. Hisar, Şehreküstü gibi diğer çevre semtlerde esnaf, memur takımı yaşardı. Arabayatağı, Hamitler civarı da düşük gelirlilerin mahalleriydi.

Hep geçmiş zaman kipi kullandım çünkü bu dediklerim geçmişteydi. Artık batının şehir planlamasını kullanıyoruz. Daima batıya doğru gelişen şehirler görüyoruz. Eskinin daracık sokaklarının yerini olabildiğince geniş, kaldırımlı caddeler alıyor. Yeni kurulan mahallelerde daha evler bitmeden altyapı bitiyor, park yerleri yapılıyor, yeşil alanlar bırakılıyor.

Banliyölerimiz oluşuyor böylece ama bunun da kendi kuralları olduğunu daha çözemedik. Çünkü biz hala geçmişteki yaşantımızı düşünüyoruz. Hala şehir merkezine 10 dakikada ulaşmak istiyoruz. Hala adım başı bakkal istiyoruz. Güvenlikten dert yanıyoruz. Çevrenin ıssızlığı hoşumuza gitmiyor. Nokta nokta nokta.

Bir kere şunu anlamamız lazım, banliyönün avantajları olduğu kadar dezavantajları da vardır. Bu, şehirde yaşayanlar için de geçerlidir. Hangisini seçeceğiniz de tamamen sizin karakterinize bağlıdır.

Banliyöde yaşamanın artıları nelerdir? Gerek müstakil evde gerek apartmanlarda genişlik (evlerin büyüklüğü), havanın ve çevrenin temizliği, bol yeşil alan, gürültü kirliğinin olmaması, çocuklar için bol oyun alanı, hayvan besleyebilme, vb.

Merkezde yaşamanın artıları ise şunlardır: Okul, hastane, çarşı gibi kamu alanlarına yakınlık; sanat ve eğlence yerlerine (sinema, tiyatro, bar, lokanta, vb) yakınlık; ulaşım sorununun azlığı, vb.

İki tarafın da dezavantajları içinse birinin avantajlarına negatiflik ekleyin. Mesela merkezdeki evler gürültülüdür ve ya banliyö eğlence yerlerine uzaktır.

İşte bu ayrımı anladığımızda şehirlerde yaşanılan çoğu sorun da çözüme kavuşacaktır.

Kategoriler:fikir, yorum

Şehirleşme

Türkiye’nin çözmesi gereken sorunlar bir değil, iki değil maalesef. Siyasi, ekonomik, kültürel yığınla sorunu var başında. Bazı sorunlar var ki bunların yanında ufacık gözüküyor ama o ufacık sorunlar da damlamayı aştı artık ki deniz olma yolundalar.

Türkiye şunun şurasında 80 yıl önce bir tarım ülkesiydi. Şimdi ise giderek sanayileşen, bu uğurda da tarımı hiçe sayan bir ülke. Tek amaç, daha fazla fabrika ve daha fazla üretim. Ama bu sonucun getireceği birtakım sorunlar, hatta ciddi problemler ısrarla göz ardı ediliyor.

Merak etmeyin, olayın siyasi boyutunu tartışmayacağım. O konu beni fazlasıyla aşar. Benim gelmek istediğim nokta, sanayileşmenin getirdiği sorunlardan sadece biri: Şehirleşme.

Türkiye doğal olarak sanayileşirken bunu, şehirleşmeye paralel olarak yapıyor. Çünkü fabrikaya işçi lazımdır ve o işçi de çoğunlukla kırsal kesimden karşılanır. Böylece kırsal kesimden kente göç başlar ve bu da kentlerin hızla büyümesine yol açar. Buraya kadar her şey mantık sınırları dahilinde. Çünkü bu geçiş, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yaşanmıştır. Sanayi Devrimi’nden itibaren Kuzey Amerika ve Avrupa’daki büyük kentlere göçler hızlanmıştır. Elbet başta oralarda da sorunlar yaşansa da zamanla çözümler bulunmuş ve 200 yıl sonunda rayına oturmuştur.

Tabii ki 3. dünya ülkelerindeki sanayileşme hareketi 1900’lerden sonra başladığı için de şehirleşme ancak başlamış. Dolayısıyla sorunlarla uğraşmak için daha az zamanı kalmıştır bu ülkelerin. Türkiye de bu ülkelerin başında gelmektedir ve şehirleşmenin sancılarını acı bir şekilde çekmektedir. Bunları çevremizde hala görüyoruz. Benim yaşadığım tek örnek ise Bursa. Doğal olarak tüm kentlerimizde aynı sorunlar görülse de ben Bursa’yı biliyorum. 80’lerdeki halinden bu günlere nasıl geldiğini, Nilüfer’in nasıl oluştuğunu çok iyi biliyorum. Biliyorum çünkü Bursa da benimle büyüdü. Bugün 3 büyük organize sanayi bölgesi olan bir büyükşehirden bahsediyoruz.

Bursa’nın yığınla sorunu var. Kendini geliştirmeye çalışsa da hep yetersiz kalıyor. Bunun sebebi de Türk mantalitesi. Bizim fakültede çok söylenen bir laf vardı: Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Doğal olarak yaşadığın onca sorunu yaşamış kentler vardır. 200 yıldır şehirleşmeye çalışan kentlere bakılabilir ve onlardan ders çıkartılabilir. Çıkartan yok mu Türkiye’de ve ya Bursa’da, elbet var. Lakin sorun, o çözümü pratiğe dönüştürmekte yatıyor. Bu dönüştürmede yapılan Türk işi çözümler, o çözümü sekteye uğratıyor.

Benim gözlemlediğim en önemli örnek toplu ulaşımda yaşanılan eğrelti durum. Şimdi Bursa giderek büyüyen bir kent ve kent içi ulaşımda raylı ulaşım politikası benimsendi. Harika. Ama iş sadece metro yapmakla bitmiyor. Sen onu besleyecek yan ulaşım planları yapmazsan, o metronun işlevi kalmaz ki! Mesela ben Altınşehir’de oturuyorum. Altınşehir sitesi Bursaray’ın son durağından 700 m sonra başlıyor ve 2 km kendi içinde uzanıyor. Ayrıca kendisinden sonra daha bir sürü yeni yerleşim yerleri var. Yani kaba bir hesaplamayla 20000 kişi bu civarda yaşıyor. Ama bu kişilerin %90’ı Bursaray’ı kullanmıyor. Çünkü belediye 2 hatlı otobüsle merkeze kadar hizmet veriyor. Şimdi belediye madem otobüs verecekti niye raylı ulaşıma yatırım yaptı ki? Üstelik belediyenin bu hizmeti sırf bu civara özgü değil. Emek, Beşevler gibi tüm banliyölere aynı uygulamayı yapıyor.

O hatların kaldırıldığını düşünelim. Öncelikle şehir içi trafiği ciddi şekilde rahatlayacak; bunların benzini, hizmet bedeli filan derken masraflardan kısılacak; Bursaray’a daha çok kişi binecek yani aynı maliyetle daha fazla kar elde edilecek; ulaşım süresi azalacak; hatta trafik azaldığından şehirde yayalara ayrılan yerler artacak.

Hatlar kaldırılınca ne olmalı peki? Alternatifler üretilmeli. Nasıl? Bir kere banliyölere en yakın metro durağından ring otobüsler kaldırılır. Ama bu hatlar metro durağında son bulur. Sonra, son metro durağına her aracı kapsayan büyük bir araç otoparkı yapılır. Banliyöde oturan insan, otobüse binmeyecekse arabasını burada park edip şehre iner. Keza ilçelerden gelen insanlar şehrin keşmekeşliğinde yer arayacağına arabasını burada bırakacak. Belediye de halkı buna teşvik edecek. Aynı şekilde bisiklet kullananlar, bisikletini parkta bırakacak. Yine çevre yayalar için de düzenlenir, durağa yakın oturanlar insanca yürür.

Peki, o hatlar kaldırılabilir mi? Hayır. Neden? Öncelikle o otobüsleri işletenler karşı çıkar. İkincisi, benim tembel halkıma in-bin yapmak zor gelir. Heykel’e tek araçla gitmek varken 2-3 araç değiştirmek zül gelir. Bunun nedeni de banliyö yaşamını bilmemekten ötürüdür ki bunun için ayrı bir yazı yazacağım. Güne giden canım teyzelerim zaten zor yürürken metroya nasıl binsin? Di mi ama?

Kategoriler:fikir, politika, yorum

Sistem

Yaklaşık bir yıldır aklıma takılan bir kavram var: Sistem. Çok garip yerlerde karşıma çıkıyor. Şimdi makineci olduğumdan yanlış anlaşılabilir, terim olarak ‘sistem’den bahsetmiyorum. Terim halini de sevmem ya o ayrı mesele.

İlk önce kim bu adı koydu bilemeyeceğim. Yalnız tahminim 19. yüzyılın 2. yarısına denk düştüğü. Çünkü Sanayi Devrimi’ni takriben oluşan işçi sınıfı tarihte var oluşlarına ilk belirtiyi bu devirde göstermişlerdir. Ünlü 1845 İhtilali’ni bu sürecin ilk ayaklarından biridir hatta. Neyse, burada tarih dersi vermiyorum, ‘sistem’ kavramı üzerinde birtakım saptamalarda bulunmaya çalışıyorum. (Yoksa konunun ehli filan olduğumu iddia etmiyorum, sadece aklımdakini sizlerle paylaşıyorum.)
Doğal olarak insanlar ‘sistem’ denilen oluşumu ta o zamanlar gözlemlemişler. Marx ile Engels amcalarım da boşuna çizirttirmemişler. Sonra sessiz sinema döneminin ilahlarından Chaplin amcam popüler işlerinden sıkılmış, Modern Times diye bir film çekmiş. Ondan önce saptamalarda bulunan varsa da ben bilmiyorum, hoş görün. Şimdi Chaplin amcam daha ilk planda ‘sistem’e teşbihte bulunmuş: Bir çobanın arkasından giden koyun sürüsü. Sonraki plansa fabrikaya giren işçiler. Uzatmayalım, Chaplin enfes bir kapitalizm tarifi yapar filmin ilk 30 dakikasında. Makineler arasında kaybolan işçi deyimini gerçeğe çevirir. Aynı dönemde Lang amcamım çektiği Metropolis de var tabii. Bu film, tamamen ‘sistem’i anlatır hatta. Gelecekteki dünyada kurulan sistemi ve onu nasıl işlediğini oldukça abartılı tasvirlerle açıklar. Mesela filmde zenginler gökdelenlerin tepesinde yaşarlarken işçiler yer altı mağaralarında yaşamaktadır. İzlemenizi şiddetle tavsiye ederim.

Tabii ki sonraları daha birçok yazar, yönetmen, vs. konuyu ele aldı. Ama iki yönetmenden bahsederek saptamalarıma başlayacağım.

İlki aslında sevgi-nefret çizgisinde devamlı çizilen bir sinüs eğrisinin aramızdaki ilişkiyi çok güzel anlattığı bir ademoğlu: Michael Haneke. Adamın öyle planları var ki intihar edesin geliyor: Uzun, sade, müziksiz, sabit. Cache’de neredeyse kendimi paralıyordum. Adam 10 dakikalık iki planla filmi açıyor ve kapıyor. Kamera sabit şekilde 10 dakika bakıyorsun ve ihtiyacın olan 10 saniyede bitiyor ama o 10 saniyeyi sen buluyorsun. Tabii işin latifesini bir kenara bırakırsak iki planın da derin manaları var ve film de 2005’in en iyilerinden. Ama adam ‘sistem’e kafayı takmış durumda. Her filmde mutlaka bir yerinden sorguluyor ve bunu gayet usturuplu yapıyor. Aslında ilk filmi, Der Siebente Kontinent, tamamen buna adanmış. ‘Sistem’i ilk önce analiz ediyor, sonra da onun nasıl yok edileceğini gösteriyor.

Filmin kahramanları normal bir çekirdek aile: Anne, baba ve kız. Her sabah belli bir vakitte kalkan aile, kahvaltıyı birlikte yapıyor. Kız mısır gevreği yerken, evebyenleri portakal suyu içiyor. Sonra hep birlikte arabaya biniyorlar, önce kızı okula bırakıyorlar. Ardından anne bırakılıyor, oradan da baba işine gidiyor. Akşam ise herkes evine kendi görevlerini yaparak dönüyor. Mesela anne süpermarkete uğrayıp ihtiyaçları alıyor. Yine birlikte yapılan ve sessizce yenen akşam yemeği sonrası herkes odasına çekiliyor.

‘Sistem’in böylece analizi yapılınca ortaya durumu aykırı şeyler çıkıyor: Dayının konuk olduğu bir akşam yemeğinde ağlaması diğerine garip geliyor. Babanın iş yerinde müdürün emekli olduktan sonra, diğer çalışanlar tarafından gördüğü davranışlar babayı şok ediyor. Kız ise okulda kör numarası yapınca annesi tarafından cezaya çarptırılıyor. Bu üç örnek de ‘sistem’e aykırı olaylar. Ağlamak zayıflığın işareti, işi görülen bireyin çöp gibi fırlatılması doğal ve normal bir birey sıra dışı bir davranışta bulunmamalıdır.

Bunlarla birlikte içinde bulundukları açmazı gören aile, ‘sistem’den çıkmak istiyor ve tek bir yol bulabiliyorlar: İntihar. İşlerinden çıkan anne-baba kızı da okuldan alıyor ve doğruca bir yapı markete gidiyorlar. Gerekli malzemeleri aldıktan sonra son bir akşam yemeği yeniyor ve evin imhasına geçiliyor. Her şey paramparça ediliyor, paralar klozete atılıyor, parkeler sökülüyor. Bu imhada iki olay durumu daha da dramatikleştiriyor: Akvaryumun parçalanması sahnesinde yerde can çekişen balıklar tüm filmin özetini oluşturuyor. Oluşan gürültü sonucunda polisten şikayet telefonu (şikayetin telefonla gelmesi bile manidar) sonrasında baba, ahizeyi açık bırakıyor. Bu sefer de telefon şirketi kapıya dayanıyor, ahizeyi açık bırakmanın kurallara aykırı olduğunu söylüyor! Yani ‘sistem’le ilişkini kesmen bile ‘sistem’de yasak! Tüm bu olaylar sonrasında intihar eden aile, arkasında sadece intihar notu bırakıyor. Durumdan günler sonra (!) haberdar olan polis ve yakınlar, ısrarla notu görmemezlikten geliyorlar ve olay cinayet olarak dosyalanıyor.

Haneke’nin ünlü Funny Games’i ise ‘sistem’deki şiddeti sorgular. Yazlık evlerine giden anne-baba-oğul üçlüsü onlar gibi görünen iki gencin saldırısına uğrar. Bu saldırı olağan değildir, ikili eve zorla girmez, uyguladıkları şiddetse yavaşça artar ve ailenin yapacağı en ufak şey yoktur. Çünkü kendi tuzaklarına düşüyorlar; evin çevresi duvarlarla çevrili, ana kapı otomatik açılıp kapanıyor, çıksalar bile ortalık ıssız (çünkü halk tarafından rahatsız edilmek istenmezler!). Filmin en akılda kalıcı sahnesi ise gençlerden birinin kameraya dönüp “Sizce filmin sonunda kim ölecek? Onlar mı, biz mi?” demesi.

Aklıma daha nice film geliyor ama hepsini teker teker anlatmak çok zor. Mesela kült ötesi kısa film La Balloon Rouge. Kırmızı bir balonun peşinden koşan çocukların tek amacı var film boyunca, balonu patlatabilmek. Farklı olana, ‘sistem’e uymayan öğeye yapılan harika bir teşbih.

Gelelim ikinci yönetmene, yani Türk Sineması’nın en iyilerinden olan Ömer Kavur’a. Bu ülkede psikolojik analizi eline yüzüne bulaştırmadan yapabilen belki de tek kişi. Ustanın en iyisi ise kesinlikle Anayurt Oteli’dir. Filmin ana karakteri Zebercet tipik Anadolu insanının ‘sistem’deki yerini o kadar güzel betimler ki şaşar kalırsınız. Filmden çıkınca arkadaşım bana “Ben Zebercet’e benzemekten çok korkuyorum.” demişti ve ben hala daha korkuyorum.

İsimsiz bir Anadolu kasabasında otel işleten Zebercet, tek hayatı otel olan bir insan. Her sabah onu açan, yardımcısına temizleten, idari işlerini yapan, müşterilerle ilgilenen ve her gece onu kapayan tek kişi. Her şey bir rutin içinde. En sonunda genç yaşta kaybettiği annesine benzeyen bir müşterisine aşık olan ve onun gitmesiyle onun hayalini kuran Zebercet, böylece içindeki nice birikmiş derdi açığa vurmaya başlıyor. Deliliğe giden bu yolda geçtiği aşamalarsa tüyler üpertici. Anadolu insanın içinde yaşadığı hayata yapılan bu enfes analiz, ‘sistem’in sadece büyük şehirlerde, batı toplumunda olmadığını kanıtı da aynı zamanda.

Makine mühendisi olmakla artık ben de bu sistemin bir elemanıyım. Bundan sonraki tek amacım ‘sistem’e hizmet etmek olacak. Onun koyduğu kurallara uyup, onunla üzüleceğim, onunla sevineceğim. Büyük bir makinenin işlenmiş yepyeni bir dişlisi olan ben, sabırsızlıkla eski bir dişli ile yer değiştirmeyi bekliyorum. Şaka değil gerçek!

Eğer, Çünkü, Rağmen

Geçenlerde Hıncal Uluç’un eski yazılarından birkaçı yayınlandı. Üç tanesi bir bütün halinde sevginin türlerini anlatıyordu. Japon bir yazarın tarifiydi yazılanlar ve o kadar gerçekti ki ben de yazmak istedim.

Yazıların her biri bir türü anlatıyor. İlki ‘eğer’ türü: Bu tür, karşılıklı sevgiyi temsil ediyor. “Sev beni, seveyim seni!”, “Eğer beni gece çıkarırsan…”, “Eğer beni tatile götürürsen…”, “Eğer bana şunu alırsan…”. İlişkide hep bir koşul var. Eğer o koşul gerçekleşmezse ilişki de bitiyor. Bir nevi fahişelik! Paran kadar konuşuyorsun ya da özelliklerin kadar varsın.

Üstelik bu kural günümüz arkadaşlıklarının çoğunda da geçerli. “Bana ödevini verirsen…”, “Şuraya gidersek…”, “Şunu yapmazsan gözüme gözükme!”. Uzar gider. Tamamen kapitalist bir ilişki. Yoruma pek gerek olmayan, durumu ortada bir olgu.

İkinci tür, ‘çünkü’ türü. Bu sefer bir koşul yok ama bir sebep var. Sevdiğin kişiyi bir özelliği yüzünden seviyorsun. Güzel/yakışıklı olduğu için, parası olduğu için, arabası olduğu için, tarzı olduğu için, çok güzel şiir yazdığı için, seni sevdiği için. İlk önce oldukça normal geliyor değil mi? Ama ya o özellik kaybedilirse! Güzel olan kaza geçirir, çirkinleşirse! Zengin olan her şeyini kaybederse! Araba kaza yaparsa! İlham perisi giderse! Ya başkasını severse! O zaman sevebilecek misin? O zaman sevginin arkasında durabilecek misin?

Bu konuda en güzel örnek Inarritu’nun yönettiği Ameros Perros’tadır. Meksika’nın en ünlü top modelidir. Televizyonlarda, gazetelerde, billboardlarda hep o vardır. Günün birinde trafik kazası geçirir. Bacağı çok kötü kırılır, bir süre de olsa tekerlekli sandalyeye mahkum olur. Önce programlara çıkamaz, gazeteciler ona acır, sevgilisi aramaz olur. Sonunda bir gökdelen dairesinde köpeğiyle yapayalnız kalır. Bir de camın karşısında gözüken billboard vardır. Ama bir süre sonra o da iner, yerine daha güzeli konacaktır çünkü.

Çevremizde böyle çok hikaye duyuyoruz, görüyoruz. Ünü için beraber olanlar, şan şöhret gidince adamı bir köşeye koyuyorlar. Daha bir sürü örnek/mesel çıkar. Sizi bilmem ama ben böyle bir sevgi istemiyorum. Kaybetme korkusu yaşamak istemiyorum. Kötü günümde orada olmasını istiyorum. Çok mu şey istiyorum? Belki!

Üçüncü türümüz ise ‘rağmen’. Bir şeye rağmen sevebilmek. “Kafan basmıyor ama seni seviyorum!”, “Başka ırktan/dindensin ama senden çok hoşlanıyorum.”, “Bu özelliğin bana ters ama sen busun ve ben seni böyle seviyorum.”, “Engelin seni sevmeme engel değil.”. Çok zor, böyle bir duygu bulmak çok zor. Bir şeylere göğüs gererek sevebilmek, mücadele edebilmek. Her an yanında olabilmek. Günümüzün kolaycılığında kim yapar? Doğranmış soğan alan biri sevgisi için dağları aşar mı? Tamam, tamam, yine çok şey istiyorum. Yine de küçük bir umut. Pandora’nın kutusunu bulmaya dair, açıp umudu serbest bırakmaya dair. Belki de onu bulmaya dair.

Kategoriler:fikir, hayat, ilişki

Mezun Olurken…

16/04/2008 1 yorum

“İTÜ MAKİNA FAKÜLTESİ” Bir Temmuz günü kapısından girdiğim binada bu tabela vardı. O zamanlar benim için ne ifade edeceğini de bilmiyordum. Tercih yapmadan önce bir görmek istiyordum. Hoş, büyük, haşmetli, karanlık. Sanırım aklıma gelen ilk kelimeler bunlardı.

Peki beni bu binaya getiren neydi? ÖSS puanı mı? Zannetmiyorum. Bir kağıt parçasındaki rakama göre mi okul seçiliyor? Sanırım biraz özeleştiri yapmalıyız. Maddi hayatın kuralına göre hareket eden dişlilere benziyoruz. Bizi önemli kılan çevrim sayımız mı? Komik. Nasıl bu hale geldik? Nasıl koyunlar misali sürü takip eder olduk. Hayattaki tek amacımız karın doyurmak. “Aşk karın doyurmuyor!” cümlesi mottomuz olmuş, hababam çalışıyoruz. Aşk derken salt karşı cinse duyulan duyguyu kastetmiyorum. Hayata olan aşkı, heyecana duyulan aşkı, sanata karşı olan aşkı da anlatmak istiyorum.

Hayat işte. Seni götürdüğü yer hiç belli olmuyor. Seçtiğini zannediyorsun ama öyle olmadığını anlıyorsun. Mesela ben İstanbul’da daha entelektüel bir ortam bekliyordum. İnsanlar cafede oturup şarap içerken kitap konuşacak, filan falan. Yok öyle bir şey abicim. İnsanlar gayet kahvede king ve pişpirik atıyor. İnsanlar İstanbul’un büyüklüğünden yakınıyor lakin herkes aynı yere gidiyor. Sonra da İstiklal neden çok kalabalık? Peh! Kalamış Parkı’na giden kaç öğrenci vardır acaba? Yada Rumeli Feneri’ne?

Haydi sosyal hayatı bir kenara bırakalım. Bu çürümüş hayatta zaten kim ya da ne sağlam kaldı ki? Herkeste bir başıboşluk, umursamazlık, kolaycılık. “Günaydın” demeyi evde unutanlar, “Çok yaşa!” demeyi rahatsızlık (veya çıkarcılık) sananlar. Arabalı erkek peşindeki kızlar, bir gecenin derdindeki erkekler. Maddiyat beklentisi, paradan da çıkmış; insan vücuduna yapışmış, vıcık vıcık.

Ya eğitim sistemi? 3 saatlik sınav bile ülkedeki en adil sistem. Hiç olmazsa optik okuyucuya para veremiyorlar. Bir şekilde üniversiteye giriyorsunuz ve şok! 2. liseye hoş geldiniz. Sizden beklenen derslere gidip ortalama yapmanız. Kulüpmüş, etkinlikmiş, gösterimmiş, ne gerek var? Düşüneceksiniz de ne olacak? Ülkeyi mi kurtaracaksınız? İhtilal mi yapacaksınız? Haşa! Otur, ödevini yap, sınavına çalış. “Bizim zamanımızda okul 6 gündü, çocuklar! Ancak sinemaya gidebilirdik.” Bir sorum var, hocam. Ne ara, 3 tane ihtilal yapıldı bu ülkede? Pazar günleri mi?

Dersini çalış, okulu bitir, bir işe gir, annenin bulduğu kısmetle evlen. Bizden beklenen budur. Bizim ne istediğimiz mi? Bizim için düşünen kepçe ile, düşüneceksin de ne olacak? Bu kapitalist dünyada her şey, sen doğmadan belirlenmiş. Uymazsan da toplum dışına itiliyorsun.

Böyle bir dünya bizi bekliyor işte. Okuldan mezun olunca içine dalacağın deniz yansımalardan ibaret. Birkaç yakamozla karşılaşırsak ne ala. Çünkü hava her zaman bulutlu, ha yağdı ha yağacak. İşin kötüsü, okulda gördüğümüz hayat, bunun çok küçük bir kısmı. Gerçek hayatımızda değil sosyal hayat, normal hayatımız olmayacak; geriye kalan 3-5 dakika içinde bizden beklendiği üzere evlenip, çoluk çocuğa karışacağız ve bir ömür böyle geçecek. Sonra, günün birinde geriye bakıp şöyle diyeceğiz: “Ben ne zaman mezun olmuştum yahu?”

‘İTÜ MAKİNE FAKÜLTESİ’: 2 ay içinde mezun olurken çıkacağım kapıda asılı tabela. İçimdeki duygu tamamen nötr. Eksiler artıları götürüyor ve ben fakülteme karşı bir sıfır hissediyorum. Güldüğüm, eğlendiğim, hayatımı etkileyecek anlar oldu. Sıkan, eziyet eden, kendinden nefret ettiren anlar da. Belki bu duyguların sorumlusu fakülte değil, benim de hatalarım var. Yine de bu sıfır duygusu beni üzüyor, 5 yılı boşa geçirdiğimi anlatıyor sanki. Belki haksız da sayılmaz.

Şu anda tek merak ettiğim, belli bir yıl sonra arkama dönüp baktığımda fakülteme karşı ne hissedeceğim. İlkokulum gibi boş bir sayfa mı, lisem gibi şükranla andığım bir parıltı mı?

Kategoriler:fikir, günlük, İTÜ

Genç Kesim İçin Politika

Türkiye’de genç olmak da zor, kardeşim. 1980 Devrimi sonrası dünyaya gelen bir kuşaktan bahsediyoruz. Bu nesil içim “P” demek bile yasak. Hele düşünmek, kitap okumak, hâşâ. Ver önüne bir oyun, 1 yıl boyunca bilgisayar başından kalkmasın. Gençlik bu şekilde ömrünü harcamakla meşgul. Oysa batılı çağdaşları hem bilgisayar kullanıyor, hem kitabını okuyor. Siz neden oyun birincileri Asya’dan çıkıyor zannediyorsunuz? Apolitik gençlik isteyen zihniyet, emeline başarıyla ulaşmıştır. Miting lafını duyunca 3 adım geriye kaçan nesilden bahsediyoruz.

Malum seçim dönemine girmiş bulunuyoruz. 1001 maddeden oluşan vaat listeleri hazırlanmış durumda. Çoğu aynı kelamları ediyor. ABD, AB, NATO, Kıbrıs, Irak, laiklik, PKK ana maddeler. Bugün Sabah gazetesinde Mehmet Tez’in dikkat çektiği konu ilginçti. Tamam, bazı ana maddeler bellidir. Ama bu ülkenin seçmenlerinin önemli kısmı da gençler. Hatta 25 yaş altı gençler. Yani sözünü ettiğimiz apolitik nesil. Partiler bu alana eğilmiyor ya da eğilmek istemiyor. Gençlere yönelik bir vaatleri dahi yok. Cem Uzan yine iyi kıvırıyor, sistemi bilmeyen gençliği “ÖSS kalkacak!” vaadiyle kandırıyor. Hiç olmazsa bir adım atıyor. Öteki partiler de o da yok! Kendi çaplarında takılıyorlar.

Gerçi Tayip Erdoğan’ın keçi sakallı, küpeli bir gence de vaatte bulunması garip olurdu doğrusu. Bu konuda CHP tabana daha yakın. Üniversitelere el atabilir, gayet güzel propaganda yapılabilir.

Mehmet Ağar’ın hakkını yemeyelim ama. ÖSS sonrası evime bir kart yollamıştı. Bakir bir alana el attığının o da farkındaydı sanırsam.

Eskiden ANAP’ın Arı Hareketi varmış, gençleri toplarlarmış. Son zamanlarda duyanınız oldu mu?

Ya AKP? Belli bir genç nesle hitap ediyor belki ama bir gençlik politikası yok. Sanırım tek vaatleri sistemi ele geçirirsek yeriniz hazır, demekten ibaret.

Oysa her ne kadar önemsiz görünse de gençlerin de sorunları var. Mesela? ÖSS’ye kadarki hedefiniz belli, orası tamam. Ya sonra? Şu an herhangi bir üniversitede okuyan genç, okulu bitirince ne olacağını bilemiyor. 1, sistem yanlış (ilkokul 1’den itibaren), 2, okul kalitesi-sayısı oranı çok düşük (hükümet payı yükselteceğine, ısrarla paydayı arttırıyor.), 3, iş ortamı yeni mezunlar için çok karışık. Zaten böyle bir sistemde okuyan gencin okuldan mezun olunca uzman kesilmesinin ihtimali dahi yok. Ben tam 1 yıl sonra mezun olacağım ve daha ne yapacağıma karar vermiş değilim. Bu kadar belirsiz bir sistem olur mu? Çözüm umudu bile yok üstelik, çünkü o yönde bir hükümet programı yok. Hadi bu ciddi konuyu geçtim, iktidar adayı şunu bile dese oyları kapar: “Ülkenin dört bir yanını fiber ağlarla öreceğim, internet hızlanıp ucuzlayacak!” Valla en az 100 bin oy kapmazsa namerdim.

Kategoriler:fikir, politika

Ülkesini Satanlar Yanıbaşımızda

Bu sabah, üç arkadaş okula gidiyoruz. Barbaros’tan indik, CHP tüm meydanı flamalarla donatmış. Dedim ki “Seçim zamanı en nefret ettiğim şey de bunlar. Acaba kaç kişi bu bayraklara kanıp oy veriyordur ki?”. Arkadaşım öbür arkadaşıma dedi ki “X, doğruyu söyle bir parti gelip sana 100 YTL verse, oyunu o partiye vermez misin?”. Nasıl yani, diye başımı çevirdim. Arkadaşım “Az” dedi. Konuyu açan arkadaş da “Valla ben veririm. 500 YTL’ye fit olursun ama?” Ben şok içinde cevabı dinlerken “Evet” dedi. Sonra bana döndüler, “Peki sen?” dediler. “Hayatta öyle şey yapmam. Şu an AKP gelse 10 milyar dese, bir an düşünmeden hayır derim.” dedim. Bazı şeylerin para olmadığını anlattım. Onların savunması da attıkların oyun hiçbir şey ifade etmemesi, zaten boşa giden oyla hiç olmazsa para alacaklarıydı. Yani arkadaşlarım, sandıkta oy kullanmanın ne manaya geldiğini bile bilmiyorlardı. Onlardan çıkan 1 oyun neler ifade ettiğini bilmiyordu. Sadece onlar değil, Türkiye’nin çoğu da bilmiyor zaten. Bilse 2002 yılında %45 oy boşa gitmezdi. O oyların sahipleri de zaten boşa attıklarını düşünüyordu ve ne olduğunu sadece onlar değil, tüm Türkiye anladı.

Sizce ülkeyi satmanın kavramı nedir? Bir ajanla işbirliği kurup ülke sırlarını satmak mı sadece? Kendi keyfi uğruna ülkesinin kaderiyle oynayanlar aynı kefede değil mi? Kısa vadeli planlar kurup uzun vadede ülkeyi batırmak değil mi? Arkadaşım eline geçen o 100 YTL ile ne yapacak? Gezer, tozar, sevdiği bir kıyafeti alır ve para biter. Oysa aynı oyun vebali tam 5 yıllıktır. Aynı arkadaşım, bundan 3 yıl sonra uğradığı bir haksızlıkta hükümete kızmayacak mı, yoksa “Bunlar bana 100 YTL vermişlerdi” deyip oturacak mı?

Hükümetin çıkardığı yasalar ortada. Yakalanan hırsız, ertesi gün çıkıp yine aynı evi soyuyor. Konu buraya geldiğinde hep bir hikaye anlatırım arkadaşlara, gerçek bir öyküdür ve yaşanalı 1 yıl olmamıştır:

Ankara’da bir eve hırsız girmiş. Evin hanımı da evdeymiş ve hırsızı görünce engellemeye çalışmış. Hırsız kadını bıçaklayıp kaçmış. Kadının bel altı tamamen felç olmuş. Kocası ve akrabaları polise başvurmuşlar. Şansa bakın, hırsız yakalanmış (Buna bile şans diyoruz artık!). Hırsız mahkemeye çıkmış, 3 ayla yırtmış. Olaya sinirlenen kadının yakınları, demokratik haklarını kullanıp adliyenin önünde eylem yapmışlar ve savcı, bu grubu çete oluşturmak suçundan hapse atmış!!!

100 YTL’ye fit olan değerli arkadaşım, evlendikten 10 gün sonra aynı olay senin başına gelse ve karın ömür boyu yatalak kalsa, sen ne yaparsın? Ben 100 YTL aldım, vicdanım rahat deyip oturabilecek misin? Bu, inanın çok ama çok küçük bir örnek. Şu anda biz rejim savaşı da veriyoruz. Ülkenin kalan 3-5 karış toprağı da satılmak üzere. Sen ülkenin topraklarını 100 YTL’ye mi satacaksın?

Boşuna tarihten ders alın demiyorlar. Biraz Osmanlı Tarihi okuyun ülke nerelerden geçmiş görün. Kısa vadeli düşünen Osmanlı vezirlerinin yüzünden, ülkenin ne biçim bir bataklığa düştüğünü görün.

En önemlisi demokratik hakkınızı kullanın. Kendi iradenizle, kendi hür vicdanınızla sandık başına gidip oyunuzu kullanın. Çok geç olmadan!

Kategoriler:fikir, politika

Nedir Bu Sağ-Sol Meselesi?

İlkokul 5’teydim galiba. O sıraların yakın arkadaşlarımdan Burçin, yarı isyan dolu bir soruyla “Hocam, nedir bu sağ-sol olayı? Anne-babama sordum, küçüksün diye cevaplamadılar.” demişti. Bu konuların ne olduğu hakkında en ufak cevabı bile olmadığını düşündüğüm hocam, gülerek savuşturmuştu soruyu. Doğru ya, tu-kaka konulardı bunlardı. Hele daha 11 yaşındaki birine açıklanıp, gomünist mi yapılacaktı. Hâşâ.

Türkiye bazı şeylere çok geç kaldı. Başta değişimin ne demek olduğunu anlamaya, sonra fikri anlamda Rönesans’a, daha sonra sanayi devrimine en sonunda da kapitalizme. Bizim halkımız kendi ile uğraşmaktan gavurun atı alıp Üsküdar’ı 300 km ile geçmesini bile seyredemedi. Dolayısıyla, esas olaya tanık olamayan değerli halkımız 3. kişiden anlatıma güvenmek zorunda kaldı, ne de olsa 3. dünya ülkesiyiz ya!

Biz cumhuriyetin ne demek olduğunun bile Atatürk’ten öğrendik. Çoğu kişi Atatürk’ü yeni padişah sandı ve bu yüzden cumhuriyetin aslında egemenlik haklarını onlara verdiğini bile anlamadı. Gerçi 2007’de bile anlamayanlar var ya konumuz bu değil. Sonra İnönü geldi, o da hala cumhuriyeti kavrayamamıştı ki halkına anlatsın (Bazı şeyler hala örtbas ediliyor, İnönü’’nün kendi adına para basması hala tabu olarak gizleniyor.) Menderes-Bayar ayrı vaka zaten, isterseniz bulaşmayalım. Derken 60 Anayasası ilan edildi. Kişisel özgürlük hakları ön plana çıktı. Derken halk yeni bir kavramla tanıştı: Sağ-sol

Ama kimse de oturup “Nedir bu sağ-sol?” diyemedi. Nazım Hikmet komünistti ve Rusya’ya kaçmıştı, Rusya da Türkiye’ye düşmandı. Demek ki neymiş? Komünizm kötüymüş. Komünizme kötü diyenlerin kaçının Das Kapital’i okuduğunu merak ediyorum. Sağ için ise durum pek mi farklıydı? O günlerde sağ demek milliyetçilik demekti, ülkücülükten başka manası da olamazdı. Sağ-sol kavramımız bu açıdan ibaretti. Bir tane Marx makalesi okuyan gencecik beyinler kendini komünist sanıyordu. Solun din düşmanlığı olduğunu, ülkenin, dinin elden gideceğini düşünen kalan gencecikler ise ülkücü sayıyordu kendini.

Geçenlerde bir arkadaşım ‘sol’un İngilizce teriminin ne olduğunu sordu bana. “Yapma be abi!” der gibi baktım, “Sol, evrensel bir terimdir oğlum, nereye gidersen git ‘left’ terimi o anlamı verir.” dedim. Tabii, suç onda değil, ona öğretmeyende. Sen gelecekteki vatandaşına hiçbir şey öğretmeyip sonra da vatandaş olmasını bekle. Gerçi o zihniyetin amacı da bu, zaten bu yüzden salak gibi bakıyoruz etrafa. Gençlerin apolitize olmasını istediler ve başardılar.

Burada bir siyaset bilimcisi gibi sağ-sol tanımı yapacak değilim, amacım da o değil zaten. Yalnız, gündemde olan sağın birleşmesi, solun birleşmesi gibi cümlelere Fransızca muamelesi yapanlara bir tepkide bulunmak. Israrla apolitize olmamı bekleyen adamdan, öcümü alabilmek.

Sağ-sol kavramı nereden çıkmış harbiden, bileniniz var mı? Lafı uzatmayarak cevabı vereyim bari. Kavram Fransız İhtilali’nde çıkmış. İhtilal sonundan çözüm arayan taraflar mahkeme tarzı bir yerde toplanmış. Oturum başkanının sağında oturan kralcılarmış, solunda oturanlar ise halkçı. İşte gündemimizi 50 yıldır meşgul eden kavramlar, bu basit oturuş biçiminden ilhamla oluşturulmuş.

Şimdi bu tarihi gerçekten ötürü saptamalar yapmaya kalkmayın. Olay 218 yıl önce olmuş, o kadar yıl içinde bu kavramların altından ne sular akmış, ne hale gelmişler. Bu saptamaları da yapmak için iki tarafın gelişmesini güzelce okuyup irdelemek gerek. Ben ise sadece solun gelişimini okuduğumdan bir saptama yapamam. Yapmam, sağcılara ayıp olur, bana yakışmaz. Keşke, tüm politikacılar da böyle düşünse de, ne olduklarını tüm gerçekliğiyle açıklasalar. Biliyorum, umulanın ötesinde bir ümit. Ama yaşamamızın sebebi de o ümitler değil mi?

NOT: Zaman zaman, politik yazılarım bu sitede yayınlanacaktır.

Kategoriler:fikir, politika