Arşiv

Archive for the ‘saçmalama edebiyatı’ Category

Yeni Yıl Yazısı

2014’ün en çok beklenen filmlerinden biriydi Interstellar (2014) ama beklenen etkiyi yapamadı. Uzun yıllar hatırlanacak bir bilim-kurgu izleyemedik. Buna rağmen filmden aklımda iki şey kaldı: İlki sevginin her şeyi gerçekleştirmeye kâdir olduğunu göstermesi, beşinci boyutu açabilecek kadar. Fazla naif ve muhafazakar bir bakış açısı olduğunun farkındayım ama saf sevgiyi unuttuğumuz bir çağda, her şeye rağmen sevginin yüceltilmesi güzel ve takdir edilmesi gereken bir durum.

İkincisi ise eminim çoğu izleyenin dikkat etmediği (zaten film içinde bir önemi olmayan) ama beni çok düşündürten bir detay: Filmde yer alan yapay zekaya sahip robotların dürüstlük ayarı vardı, bilmem dikkat ettiniz mi? Normalde 0 ve 1’lerden, daha açık ifadeyle Yanlış (0) ve Doğru’lardan (1) ibaret olan bir mantığa sahip olan makinelerin 0 ve 1 arasında sonsuz sayıda olasılık olmasını hesaba katması demek, bu ufak ayar. Ufak dediğime bakmayın, bu ayar insan ile robot arasındaki keskin farkı da bir anda yok eden bir özellik. Hiçbir insan için hayat salt yanlış ve salt doğrulardan ibaret değildir. Her insanın kötü özellikleri vardır, yalan söylemek gibi. Annelerimiz her ne kadar yalan söylemenin kötülüklerini bize defalarca anlatsalar da onlar da yalan söyler. 🙂 Çünkü insan yalan söyleyebildiği için, insandır. Bunu her ne kadar inkar etmek için çabalasak da belki de tek salt gerçek de budur.

Yalan söylemek, tabii güzel bir şey değildir fakat yalan söylediğimizi inkar etmek kadar saçma ve büyük bir yalan yoktur. Ama bu yalanın bile bir mantığı vardır: O da dünyanın basit ve kendimizin ise tek akıllı canlı olduğu düşünmemizdir. Fazla derine inmeden şunu söyleyim: Evren, dünyanın çevresinde dönmediği gibi dünya da kişinin çevresinde dönmez! Aslında, buradan yalan söyleyen kişinin kendisini de kandırdığı ortaya çıkıyor (olmayan bir şeye inandığı için!) ki benim yalan söyleyenlere acıma sebebim budur! Bilhassa Türkiye’de televizyonlarda ve kürsülerde konuşanların çoğu da böyle: Hem yalan söylüyor hem de bu yalana kendi de inanıyor!

Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki yalanlar bombardıman hâlinde yağıyor her taraftan. İşte, evde, yolda, televizyonda, sinemada, kitaplarda, gazetelerde, her yerde… Herkesin de sebebi basit: “Benim gerçeğim en doğrudur!” Ne kadar sakıncalı ve korkutucu bir düşünce! Düşünsenize, milyarlarca insanın her biri, kendisinin bir diğerinden daha zeki olduğunu düşünüyor! Evet, komik! Ama komik olduğu kadar korkutucu!

Hepimiz yalan söylüyoruz ama bunun da bir ayarı var. En azından olmalı, tıpkı Interstellar‘daki gibi. Karşıdaki (yalan söylenen) insan, aptal yerine konmamalı! Böyle olunca, insanlara olan güveniniz günbegün azalıyor. Gündeme, güncele eskisi kadar değer vermez oluyorsunuz! Bu durum, bir taraftan sakıncalı olabilse de diğer yandan sadece kendinize odaklanmanızı sağlıyor.

Hayat devam ediyor… Pek zevki kalmasa da küçük şeyler yaparak canlı tutmaya çalışıyorum bu ‘iki kapılı hanın’ geçidini. Bu yıl yine gezdim, yedim, içtim, izledim, kahkaha attım ve ağladım… Dünyanın en eski ve en derin gölünü (Baykal Gölü) çıplak gözlerle görünce kadimliliğini hisssettim; Mardin’de tastan şarap içerken otantikliği yaşadım; yolundan 10 dakikada bir araba geçen Divriği’de insan elinin yapabileceği en muhteşem mimari yapıyı gezerken sanatın büyüleciliği karşısında ufaldım; yine Urfa’da 12000 yıllık tapınağı ziyaret ederken tarihte kim bilir daha neler bilmediğimizi merak ettim; Taviani Kardeşler’in Kaos‘unu (1984) küçücük bir salonda izlerken insanoğlunun her yerde aynı, basit bir canlı olduğunu bir kez daha gözlemledim; Black Mirror dizisinde teknolojinin insanlığı kötülüğe sevk etmediğini, zaten kötü olan insanlığa elverişli bir ortam yarattığını fark ettim; Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi‘ni seyrederken her eylemin aslında kollektif, tek kişiden bağımsız olduğunu anladım;… Bir sürü de hata yaptım, insanları üzdüm, incittim…

Kısacası hayat, yeni deneyimlerle devam ediyor. Buraya yazılmasa bile hepsi şeceremizde var, gören görüyor, bilen biliyor…  Ben yine insan olmaya çalıştım, Tanrı’nın bana bahşettiği bu armağanın hakkını vermeye çalıştım. Bakalım 2015  ne getirecek?

Hepinize kendinize lâyık insanlarla dolu, yeni ve benzersiz deneyimlerle bir yıl diliyorum. Bu sene dinlemeyi en sevdiğim şarkılardan biri gelsin o zaman (yılın en güzel cover’ı da bonus 🙂 ):

Benden Şarkılar – My Way (Frank Sinatra)

Bu akşam Mad Men’in son bölümünü izledim, 7. sezon 6. bölüm, The Strategy. Bölümde Don ile Peggy çalışırken Peggy bir anda pişmanlıklarından yakınmaya başlıyor. Arkadan da yavaştan My Way  girmeye başlıyor, Don da “Bu bir tesadüf olamaz!” deyip Peggy’yi dansa kaldırıyor.

Frank Sinatra ile gerçek tanışmam lise yıllarıma rastlar. Herkesin Pentagram, Metallica, Iron Maiden dinlediği bir ortamda kasetçalardan (walkmen :D, şimdi tarihi eser oldu) Frank, Elvis ve Beatles dinlerdim arka arkaya. Vardı bende bir gariplik. Ama içlerinde Frank’ın yeri hep ayrıdır, caz seveceğim o zamanlardan belliymiş meğerse. Aldığım ‘best of’ albümünün başında da My Way vardı. Dinlemeyi inanılmaz severdim ki bu da çok gariptir. Lisede okuyan, hayattan habersiz bir çocuğun, hayatının sonuna yaklaşmış birinin itiraflarına bayılması çok garip ya! Git Smells Like Teen Spirit dinle arkadaşım, mal mısın?

Tabii yıllar geçtikçe şarkı daha anlam kazanmaya başladı. Ne de olsa hayata atılıyorsunuz, başınızdan bir sürü şey geçiyor, hatalar, pişmanlıklar, sevinçler, aşklar, ayrılıklar, başarılar. 30’umu doldurmaya birkaç ayım kalmış, daha hayata yeni başlamışım. Ama bizim neslin laneti olan ‘erken yorulma’ üzerimde. Hele Türkiye’de yaşıyorsanız gündem de ayrı biniyor ki bazı günler sanki hayatın son günü gibi geliyor. Öyle bir kesiflik, öyle bir umutsuzluk. Daha yaşanacak ne günler, yıllar, deneyimler, aşklar varken siz eve zor gidiyorsunuz. İşte böyle bir günün sonunda elimde bir duble viski Mad Men‘in son bölümünü izlerken birden My Way çalmasın mı valla içimi bir mutluluk kapladı ki sormayın. Ayıp olmasa bağıra bağıra eşlik edecektim.

Sonra neden bu şarkıyı bu kadar sevdiğimi düşündüm. Cevabı basit: Kim ne derse desin, ister hata ister başarı olsun kendi yolundan gitmek! İşin özü bu! Evet, 30’umu bitiriyorum. Evet, yalnızım ve tek yaşıyorum. Evet, çoğunluğun hor gördüğü engelli, entel bir inek/mühendisim. Ama ben buyum. Çok hata yapsam da hep kendi yolumdan gitmeye çalıştım. İşte bu yüzden de mutluyum çünkü hayatımın hataları da başarıları da benim sorumluğumda.

My Way – Frank Sinatra

And now, the end is near; / Ve şimdi, son gayet yakın;
And so I face the final curtain. / Ve son perdeyi görmek üzereyim.
My friend, I’ll say it clear, / Arkadaşım, açık söyleyeyim,
I’ll state my case, of which I’m certain. / Ben davamı belirttim, emin olduğum şekilde.

I’ve lived a life that’s full. / Dolu dolu bir hayat yaşadım.
I’ve traveled each and ev’ry highway; / Her yolda bulundum;
But more, much more than this, / Ve bundan da fazlası,
I did it my way. /Kendi yolumla yaptım.

Regrets, I’ve had a few; /Pişmanlıklar, biraz var;
But then again, too few to mention. / Ama bahsedecek çok azı var.
I did what I had to do / Yapmam gerekenleri yaptım
And saw it through without exemption. / Ve hepsini istinasız başardım.

I planned each charted course; / Her birini planladım;
Each careful step along the byway, / Yolumdaki her adımı dikkatlice
But more, much more than this, / Ama bundan da fazlası,
I did it my way. / Hepsini kendi yolumla yaptım.

Yes, there were times, I’m sure you knew / Evet, öyle zamanlar oldu ki, siz de bilirsiniz
When I bit off more than I could chew. /Çiğnemem gerekenden fazlasını ısırdığım.
But through it all, when there was doubt, /Ama hepsine bakınca, şüphesiz ki,
I ate it up and spit it out. / Hepsini çiğneyip geri tükürdüm.
I faced it all and I stood tall; / Hepsiyle yüzleştim ve karşılarında durdum;
And did it my way. / Ve hepsini kendi yolumla yaptım.

I’ve loved, I’ve laughed and cried. /Sevdim, güldüm ve ağladım.
I’ve had my fill; my share of losing. / Ağzına kadar doldurdum, kaybetme hakkımı.
And now, as tears subside, / Ve şimdi, yaşlar dökülünce,
I find it all so amusing. / Hepsini öyle komik buluyorum ki.

To think I did all that; / Hepsini yaptığımı düşününce;
And may I say – not in a shy way, / Söylebilir miyim, utanmadan,
“No, oh no not me, / “Hayır, ben değil,
I did it my way”. / Ben kendi yolumla yaptım”.

For what is a man, what has he got? / Bir kişi, neye sahip olduğu kadarsa?
If not himself, then he has naught. / Kendisi değilse, hiçbir şeydir.
To say the things he truly feels; / Hissettiklerini gerçekten söylemek için;
And not the words of one who kneels. / Biat ettiği kişinin sözlerini değil.
The record shows I took the blows – / Kayıtlar gösteriyor ki ben yapmışım
And did it my way! / Her şeyi kendi yolumla yapmışım!

2013’ün Ardından…

Bir yıl daha sona eriyor. Herkes bir yıl daha deneyimleniyor. Kimisi bu bir yılı kullanamayarak yerinde sayarken, diğeri yaşadıklarından ders alıp gittikçe olgunlaşıyor, büyüyor. Büyümek, bazısına göre erdem ise bazısına göre de çocukluğunu kaybetmektir.

buyumek

Çocuk olmak güzeldir; her şeyi denemek isteyen, asi, korkusuz, düşünmeden hareket eden. Lakin her şeyde olduğu gibi, çocukluğun da avantaj ve dezavantajları vardı; o da kendi zamanı içinde güzeldir. Zamanı gelince büyümek gerekir. Dünya böyledir çünkü. Sorumluluk almak gerekir, çalışmak gerekir, aşık olmak gerekir, düşünmek gerekir. Statükodan ayrılmak zordur elbet; para babadan, sevginin en temizi anneden gelince hele. Lakin kendi hayatını kurmalısın ki dünyaya kendi izini bırakabil. Hayat kolay değildir. Daha fazlasını oku…

Hayattan Notlar

    • Geçen ay !f Film Festivali’nde beni çok etkileyen bir reklam yayınlandı. Hatta sırf o reklam için filmlere erken girmeye çalıştım ki reklamları hiç sevmem (mantalite olarak da). Reklam Mini Cooper’a aitti, açıkçası markası önemsiz çünkü ilettiği mesaj önemli. Diyor ki : “Ben normal olmak istemiyorum.” Reklam gündelik olay planlarıyla başlıyor. Dış ses konuşuyor: “Normal sıradandır, ortalamadır. Normal güvenlidir, tanıdıktır, konforludur. Normal bildiğin şeydir, neyse odur. Ama normal harika değildir. Normal süper değildir. Normal hiçbir zaman inanılmaz olamayacaktır.” Burada görüntüler değişip müzik hızlanıyor ve insanların sıra dışı hareketleri gösterilmeye başlanıyor: Asansörde herkesin içinde öpüşmek veya arabaya tutanarak asfaltta kaymak gibi. Ve esas yazı geliyor: “KİM NORMAL OLMAK İSTER Kİ?
  • Ben normal olmak istemiyorum. Gayet ciddiyim. Hayatta hep farklılaşmaya çalıştım. Bunlardan bazıları yanlıştı çünkü kopyaydı. Ama önemli olan denemek. Kendin olmak. Kendi tarzını yaratmak. Her anlamda. Kendi kararlarını verebilmek, özgürleşebilmek (bu dünyada ne kadar olabilirse). Hiçbir zaman sıradan bir insan olamayacağım. İçimden gelmiyor. Birkaç kere denedim. Hatta bunu istediğimi sandığım zamanlar oldu. İşte işten eve geleyim, TV izleyim, evleneyim, çocuklar olsun, vs. Bir süre sonra içimden bir şey beni dürttü, “Yanlış yoldasın.” dedi. Sıradan şeyler bana batıyor, sıkıyor. Kendimi çok üstün gördüğümü sanmayın. Asla. Belki de ben yanlışım. Zaten anormal olan benim! 😀 Fark ettim ki hayatım boyunca bu, bir şekilde devam edecek. Belki biraz durulacağım, mesela evlensem bile normal bir evlilik yaşayacağımı zannetmiyorum. Öyle geliyor nedense. İçimde öyle garip düşünceler var son zamanlarda.
  • Normal olmamak demişken, 2 aydır Yasemin Mori’yi dinliyorum. Kesinlikle normal biri değil! Şarkıları çok farklı bir boyutta sanki. Transa giriyor sanki, söylerken. 15 gün önce de Kadıköy Sahne’deki konserine gittim. Bayağı eğlendim. Tüm şarkılarını aralıksız söyledi, arada teyatral şovlar da yaptı. Tavsiye ederim, farklı bir şey dinlemek için.
  • Bu arada bahaneyle yeni açılan Kadıköy Sahne’yi de görmüş oldum. Bodrum katı olduğundan önce basık geliyor ama havalandırması çok iyi. Sahnesi küçük. Fiyatlar olağan. Gece konserleri için tercih edilebilir.
  • Yaklaşık 1 ay önce bir arkadaşıma selam vermek için Tünel’deki Lale Plak’a uğradım. Önümde bir kadın vardı. Arkadaşım da bir yandan onunla ilgileniyor, bana da “Birsen Tezer burada.” dedi. Önce anlamadım çünkü çok sakin ve olağan söyledi. Tekrarladı, yanlış anladım zannettim. Ama bir baktım, önümdeki kadın gerçekten Birsen Tezer! Hemen döndüm, “İmza verir mi acaba?” dedim. “İmzalatırsın yeni albümü işte.” dedi. Hemen bir tane kaptım oradan, imzalattık. Konuşamadım da kadının karşısında, iyi mi? 😀 Sadece “Biz sizin lansmana da geldik.” diyebildim. “Hangisi?” diye sordu. “Ghetto’da olan geçenlerde.” dedim. “Ooooooo! Babalar vardı orada!” diye cevapladı. Pek bir sevindirik oldum!
  • İşte böyle küçük şeylerden mutlu olabilirim. Diğer türlü, bu yalan dünyada somurtmaktan duramayız, maazallah. Gerçekten, bizi mutlu eden bu küçük şeyler olmasa halimiz nice olurdu! Bazen düşünüp ürperiyorum.
  • Yukarıda normal olmamanın (!) iyi taraflarından bahsettim. Negatif tarafları da var tabii. En önemlisi de yalnızlık. Bazen öyle yalnız hissedersiniz ki koca dünyada sanki bir tek siz kalmışsınızdır. Kıyamet kopmuş da bir tek siz kurtulmuşsunuz. Öylesi bir yalnızlık. Hiç güzel bir duygu değil. O anlarda kafamda neler döndüğünü hayal bile edemezsiniz.
  • Yazıyı güzel bir şarkıyla kapatalım. Fazlasıyla kişisel bir yazı oldu. Sonsuza kadar devam edebilirim lakin pek iyi sonuçlar doğurmaz kendi adıma :D. En sevdiğim şarkılardan biridir, Bulutsuzluk Özlemi’nin Normal‘i. Bu topraklarının en iyi tribute albümü olan, Bülent Ortaçgil İçin Söylenmiş Şarkılar‘ın en iyi 2. şarkısıdır.

Hayattan Notlar

  • Sherlock‘un 2. sezonu bir başladı, pir bitti. Sadece 3 hafta ve 3 bölüm süren bu sezon, açık ara ilkinden iyiydi. İlk sezonda, sadece ilk bölüm çok iyiydi. Bu sefer hem 1. hem de 3. bölüm efsaneydi. Üstelik en sevdiğim Holmes öyküsü olan (aslında roman) The Hound of Baskervilles‘ı uyarladıkları 2. bölüm çok iyi olmasına rağmen, diğer ikisi o kadar güzeldi ki yanlarında sönük kaldı.
  • Sadece Sherlock bile BBC’nin neden TRT’den katbekat üstün olduğunun kanıtıdır.
  • Bu arada Hollywood’un Sherlock‘u araklamaya çalışması çok manidar. Böyle bir diziden sonra kim Hollywood versiyonu günümüzde geçen Sherlock Holmes izler ki? Üstelik House, MD zaten bu amaca hizmet etmek için başlamışken, tam 8 yıl önce olsa da.
  • Uzun zamandır aklımda olan bir konu var: Çok klişe ama bir kişi, geçmişteki sorunlarını çözemeden bugünü yaşayamıyor çünkü o sorunların izleri hala onu takip ediyor. Bu izlerden kurtulmanın tek yolu ise o sorunları teşhis edip yüzleşebilmek. Çok olağan ve alalade bir konu sanılabilir ama aslında kimse hala bu sorunu aşamıyor. Israrla geçmişteki sorunlarıyla yaşayanlar var ve bunun farkında bile değiller. Yüzlerine söyleseniz inkar ederler.
  • Bunu yazdığıma bakmayın, ben de bu sorundan müstaribim. Uzun zamandır da çözmeye çalışıyorum.
  • İşin daha da ilginci bu saptamanın, kurumlar hatta devletler için bile geçerli olması. Ne alaka diyeceksiniz? Şöyle ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Ermeni sorunuyla, Kıbrıs olayıyla, Güneydoğu (aslında Kürt dense de bölgesel bir sorundur) sorunuyla, ihtilaliyle, sağıyla ve soluyla yüzleşmeden asla kendini bulamayacaktır. Çünkü her birini yok saymaya çalışırken daha da kendinden ödün vermektedir. Vatanperver geçinip kişisel amaçları uğruna devlete zarar verenler oldukça bunlar da çözülemeyecektir. Daha da kötüsü ne biliyor musunuz? Daha bu devlet, bunlarla uğraşamadan yanlarına yenilerini eklemeleri. Maraş Katliamı da, geçen ayki Uludere Katliamı da bunun ürünüdür.
  • Yine hafif konulara dönersek, Altın Küre Ödül Töreni gayet eğlenceliydi. Banttan tamamını izledim, çok keyifliydi. Ricky Gervais’in esprileri olsun, sahneye çıkanların mutlaka muziplik yapma telaşı olsun başlı başına bir şovdu. İşin ilginci izlediklerinizin samimi olmadığını bildiğiniz halde size hoş gelmesi. Çünkü o törene gelen herkes, oyunun nasıl oynandığının bilincinde. Amerikalılar gerçekten eğlence işinin kralı.
  • Meltem Cumbul gerçekten bizi çok iyi temsil etti. Az ama öz konuşmasını bırakın, o sahneye çıkıp konuşması bile yeter.
  • Ödüllerin hepsinin, tahmin edilenlere gitmesi heyecansız olsa da, hak ettikleri tartışılmaz. Üzerlerine teker teker konuşulabilir tabii ama ödülü en fazla hak eden üçlü, Peter Dinklage, Martin Scorsese ve A Seperation‘dı.
  • Bu arada bu akşam bir arkadaşımın evine misafirdim. Gülse Birsel’in yeni dizisi Yalan Dünya‘yı izledik. Bazı yerlere çok güldüm, Gülse Birsel durum tespitinde çok başarılı ve bunu kağıda dökebiliyor. Ama bunları kaç kişi anlıyor, orası muamma. Mesela ‘Serin ol!’ geyiğini kaç izleyici anladı merak ettim (‘Be cool’u Türkçeleştirmiş ve cuk oturmuş). Buna rağmen bir sürü negatif öğe de var ve sonuçta bir daha izlemem. Tespit ettiklerim şunlar: Süre yine çok uzun olduğundan tempo bazı yerlerde düşüyor (Avrupa Yakası da aynı sorundan müstaripti), Beyaz karaktere hiç oturmuyor ve üstüne oyunculuğu çok kötü, Gülse Birsel de karaktere oturmamış ama senarist olduğundan seçeneğimiz yok. Bir de Bartu Küçükçağlayan’ın oynadığı çocuk karakteri aslında gayet bayağı ama Bartu öyle bir oynamış ki karakter ışıldıyor.
  • Evime televizyon almamakla ne kadar doğru bir karar verdiğimi kaçıncı kez anladım.
  • Şu sıralar şunları dinliyorum: Türkiye’den Multitap, Mabel Matiz, Neyse ve Elif Çağlar; İtalya’dan Aylin Prandi; İngiltere’den Rox. Hele Rox’un ‘I Don’t Believe’i uzun süredir dilimde dolanıyor.
  • Normalde elektronik müzik dinlemem ama M83’nin ‘Midnight City’  şarkısı çok ama çok iyi. Dinlemeye doyamıyorum.

İki Kalp ve Titreşim (NVH) Analizi

13/07/2011 1 yorum

Hepimizin aslında iki kalbi vardır. Bir maddi, bir manevi. Bu iki kalp, bizi oluşturan iki olguyu temsil eder. Biri beden, biri ruh. Bu iki olgu birbirine bağımlıdır, beraber olmadan maddi dünyada bir başlarına var olamazlar. Ruh olmadan beden yaşayamaz, beden olmadan ruh nefes alamaz.

İkisinin de hayati organına kalp denir. Maddi kalp durursa beden ölümü gerçekleşir. Manevi kalp durursa da… Hayır o durmaz, ama çoğu insan onu maddi kalp şeklinde çizer, sanki kan pompalıyormuş gibi attığı söylenir. Metafor olarak güzel dursa da bir eğretilik de taşır. Manevi kalp çok daha karmaşıktır.

Bazen maddi kalp, maneviyi taşıyamaz, ayak uyduramaz. Manevi kalp, kurtulmak ister ondan, zincirlerini kırmak ister ama yapamaz. Bir yaşam süresi boyunca bu iki kalp, birbirine hep bağlı kalacaktır.

İkisi de birbirinin suyuna gitmek yerine zıtlaşırlar, kavga ederler çoğu zaman. Bu kavga da en çok onlara zarar verir. İçten içe çürümeye başlarlar. Böylece diğer kalplerin saldırısına açık olurlar. Çünkü genelde, manevi kalp, maddiyi beğenmez, hor görür, aklına gelmez ki var olmak için ona muhtaçtır. Maddi kalpse, verimli ve etkin bir çalışma için maneviye muhtaçtır. Lakin o da bunun farkında olmaz.

Benim iki kalbim de, uzun zamandır ortak çalışmıyor. Biri diğerinden nefret ediyor, öteki de diğerini dinlemiyor. Bu durumun farkına varalı 2-3 yıl oluyor ama ikisini barıştırmak inanın ki çok zor. Ama galiba bir çözüm yolu buldum. Yada bulduğumu sanıp kalplerimi oyalıyorum. Durumu ilerleyen zamanlarda anlayacağız. En çok da ben merak ediyorum, ateşkes ne zaman imzalanacak diye.

Çözüm mü? Hakkında biraz daha araştırma yapmam gerek, size yazmadan önce. Haftasonu onunla ilgili şöyle bir özdeyiş okudum, eski bir ataya ait: “…, zihnin titreşimlerinin kontrolüdür.”

Hayat ne kadar garip değil mi? Maddi kalbimin geçinebilmek adına yaptığı uğraş, aslında maneviye de bir ipucu veriyor: Rahatsız edici unsurları engellemek için, önce bir analiz yap, sorunu tespit et ve sonra da o sorunu izole edip yok et!

İlişki Türleri

Son zamanlarda aklıma bir şey takıldı. Bir ilişki sırasında kendini değiştirme mevzusu. Bilmiyorum, hiç ilişki yaşamamış biri bunu nasıl açıklayabilir ama son zamanlardaki gözlemlerim şunlar:

Bir ilişki (doğal olarak) iki kişiden oluşuyor ama bu çift iki kişilik aktivite değil, tek kişilik bir eylem yapıyorlar. Çok mu tanıma boğdum. Galiba. Olay şu: Normalde kendi kendine takılan iki kişi bir ilişki kurunca, birlikte oldukları zamanda beraber takılıyorlar. Bunda açıklanacak ne var, diyebilirsiniz. Olay bunun nasıl yapıldığı!
Çiftin ortak zevkleri varsa önce onlar yapılıyor. Ama iki kişinin tüm hayatları bir olamayacağına göre bir yerden sonra bir tarafın istedikleri veya sırayla iki tarafın istedikleri yapılıyor. Sonuçta bir seferde, ilişkinin bir tarafı kendinden fedakarlık etmek zorunda kalıyor. Bu da çok doğal ama tam da bu nokta, ilişkinin karakteristiğini belirliyor.
Şöyle ki: A ve B kişileri olsun, bunlar da AB çiftini oluştursun. (Bir mühendisin çift örneği de bu kadar olur yani!) İlişkinin ilerleyen safhalarında üç yol izlenebilir: Ya A’ya göre bir hayat çizilir ve hep A’nın dediği olur; ya tam tersi B’nin dediği olur ya da ortak bir paydada buluşulup beraber bir hayat çizilir. Aslında ilk ikisi okuyunca kötü gelse de çevremizdeki çoğu ilişkinin sahip olduğu bir karakteristiktir, bilhassa Türkiye’deki çoğu ilişkinin ilk iki türde olduğu kanısındayım.
Buradaki önemli faktör üçüncü yol, çünkü farklı şekillerde uygulandığında farklı sonuçlara götüren bir yol. Çoğu çifti bunu heterojen bir karışım olarak uyguluyor bence. Biraz ondan, biraz bundan. Fedakarlık, vefa, sevgi var lakin birbiri içinde çözülme yok. İki taraf da kişisel özelliklerini hala korurlar. Bir çiftlerdir ama aslında bireyliklerini de korumaktadırlar. Bir sorun çıktığında ya da aradaki bağ kaybolduğunda ayrışmaları da çok kolaydır. Çünkü zaten hiç gerçek birer çift olmamışlardır, sadece -miş gibi yapmışlardır. Bir önceki paragrafta bahsettiğim iki türde de belki çift özelliği yoktur lakin çiftin bir tarafı çift olmanın tüm sorumluğunu üstlenerek kendi kişiliğini kaybedip tamamen diğer kişiye bağlanır. Yani tek taraflı olsa da, gerçek bir çifte dönüşürler. (Karşıdaki kişi, bundan sıkılıp bu ilişkiyi bitirmediği müddetçe!)
İşin zor kısmı ise, üçüncü yolun başka bir versiyonudur. Bu sefer ilişkinin sonucunda AB çifti oluşur ama ne A’nın ne B’nin özelliklerini taşır. (Biraz abartı oldu ama anladınız, siz) Demek istediğim A ve B birbirlerine tamamen, homojen bir şekilde bağlanırlar (ying-yang durumu). Artık kişisel arzuları kalmaz, her şeyi çift olarak düşünürler. Tabii, yalnız zaman geçirip eski arkadaşlarını görüler fakat hayatı artık bir çift olarak görürler, bir çift olarak yaşarlar.
Güzeli son söylediğim olsa da çok nadir bulunduğundan insanlar gittikçe bir mit olduğunu düşünüyorlar artık. Bu yüzyılda, bu kirlenmiş dünyada, gözleri para hırsıyla dönmüş insanlar arasında gerçekten bir mit haline geliyor, aşk.
İlk filmimin (Sümüklü Kız) ilk ve ana cümlesi şuydu: “Aşk, limiti sonsuza giderken kendisi sıfıra giden bir fonksiyondur.” Filmin berbatlığı da benim bu cümleyi layığıyla anlatamamamdan kaynaklanmaktaydı. İşte, 6 yıl sonra olsa da demek istediğim buydu: Aşık bir insan kendi kişiliğini kaybeder lakin daha önemlisini kazanır; başka bir insanla beraber oluşturduğu yepyeni bir kişilik.

Kısa Notlar

  • En sevmediğim özelliklerimden biri kitap okuma alışkanlığımın sıfır olmasıdır. Ay gelir 4 ayrı dergiyi baştan sona okurum da 1 yıl boyunca kitap kapağı açmam. Tembellik biraz. Ama nasılsa son 1 aydır 2 kitap bitirdim.
  • İlki Osman Ulagay’dan ‘AKP Gerçeği’ydi. Değişik bir görüş okumak isteyenlere öneririm. İçindeki fikirlerin çoğuna da katılıyorum. AKP bugün hala halkın çoğunun desteğine sahipse bunun haklı bir sebebi var.
  • İkinci kitap George Orwell’in ünlü ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü. Gerçekten efsane bir roman. Okurken içiniz bir hoş oluyor. Biraz abartı kaçacak ama okurken cidden payanoyaklaştım hafif. Büyük Birader bu yazdığımı okuyordur, değil mi? Kesin!
  • Biraz geç oldu ama Lady Gaga dinlemeye başladım. Fena halde beğeniyorum üstelik. Güzel bir elektronik-pop kıvamı tutturmuş.
  • Oylama bittiğine göre yazabilirim artık: Bu blog, 1 ay boyunca 2010 Blog Ödülleri’nde ‘Kişisel Bloglar’ kategorisinde adaydı. Çok yakınlarım hariç kimseye söylemedim. Gerek yoktu çünkü. Birinci sebep, blogumu ödüle layık görmüyorum, sıradan bir blog. İkincisi, asla ona buna oy verdirerek bir şey elde etmek niyetinde olmadım.
  • Öyleyse neden aday oldun derseniz şunu derim: Blog okumayı seven bir kitlenin bloguma daha kolay ulaşabilmesi için.
  • Total Film’in İngiltere baskısı bu ay hediye olarak 3 boyutlu mouse pad veriyor. Teması da Iron Man 2. İlgilenenlere…
  • Bant’ın yeni sayısı çıktı. Yine bir sürü okunacak şey var. Bu arada Bursa Korupark D&R yeniden Bant getirmeye başlamış. İngilizce dergi bölümünün de genişlemesini umuyoruz.
  • Koca bir milletin Fener’den bu kadar nefret etmesini anlamıyorum. Herkesin sebebi Aziz Yıldırım nedense. Bu ülkenin en nefret adamı Yıldırım’sa yani bir futbol takımı başkanıysa o ülkede ciddi bir sorun vardır. Türk milletinden ciddi bir manada korkuyorum. Gayet de ciddiyim.
  • Pazartesi vize görüşmesi için Fransa Başkonsolosluğu’na girdim. Hani şu İstiklal’in başındakine. Tüm şaşkınlığıma rağmen cep telefonumu içeri aldılar, açıktı da. İlginç geldi. Almanya ve İtalya Konsoloslukları’nda kapalısı bile yasak!
  • Vizemi aldım hele şükür. 6 Haziran’da Seine nehri kenarında yazı yazacağım. Defterimi aldım bile. Sonra o yazılar buraya naklolunacak.

Sevmediklerim

  • Garanti Bankası: Çalıştığım şirket gereği yaklaşık 8 aydır bu bankayı kullanıyorum ve tek kelimeyle berbat. Bir kere müşteri memnuniyeti sıfır. Her gün mesaj atıyorlar, olmadı telefonla arıyorlar. Zaten posta kutuma gelen günlük maillerin haddi hesabı yok. Ayrıca telefonla aradıklarında mutlaka saçma sapan bir şey için para istiyorlar. Mesela bir ara benden kredi kartı hayat sigortası (Öyle bir şeyi nereden uydurdunuz?) yaptırmamı istediler. Bana yapmadılar ama arkadaşlarıma istek dışı kredi açmalar mı dersiniz, sebepsiz yere para kesmeler mi dersiniz (bu ay benden de 2 ytl limit aşımı diye para aparttılar ki limitin yarısı doluydu). Akıllarına esiyo, herkesten para dileniyorlar. Telefon şubesi ayrı saçmalık. Hatta internet şubesinde bile saçmalıklar var: Yatırdığım borç 1 ay boyunca ödenmemiş gözüküyor. Halbuki ödeme (zamanından önce hem de) yapılmış! Mecbur olmasam 1 gün durmam.
  • Ağdalı Türk dizileri: Halkımızın melodram sevgisi, ağlama tutkusu bitmek tükenmek bilmiyor. Israrla aynı klişelerle millet ağlatılıyor. Hele Yaprak Dökümü’nün ağlatma yoğunluğu hiçbirinde bulunmaz. Ben annemlerin yanında 10 dakika izleyince afakanlar basıyor. Herkes tam 4 yıldır, 2.5 saat izliyor. Yuh yani.
  • Hıncal Uluç’un sinemasal yazıları: Çok sevdiğim bir köşe yazarı olmasına karşın, sinema yazılarında delleniyor ve saçmalıyor. Hep kendi dediği doğru, kendi beğendiği mükemmel, beğenmediği iğrenç. Bugüne kadar tüm sanat değeri taşıayn filmleri yerin dibine sokan Uluç, Uzak İhtimal’ı beğenince koruyucu gözüktü. Filmde sevişme sahnesi olsaymış, film gişe yaparmış ama bu da onun erdemiymiş. Sanki yeni bir kelam ediyor. İki gün önce ama kimsenin izlemediği filmlere ödül verdi diye Altın Portakal’ı lanetledi. Halbuki övdüğü Cannes’da çoğu film ilk gösterimlerini orada yapar ve çoğu yönetmen de bununla övünür. Zaten Cannes’ın gala festivali olduğunu tüm dünya bilir!
Kategoriler:saçmalama edebiyatı

Sayıklamalar #4

28/06/2009 1 yorum
  • Son 2 yıldır en çok düşündüğüm konu, insanın tabiatının ne olduğu, nelere vakıf olduğu. En alakasız yerlerde bile konu dönüyor dolaşıyor, aynı yöne çıkıyor. 2 ayda 4 sezonunu tekmili birden izlediğim Battlestar Galactica‘yı da bu yüzden çok sevdim galiba. İnsanın hatalarıyla var olduğunu çok güzel özetlediği için.
  • Orhan Gencebay “Hatasız kul olmaz!” demiş, ne güzel demiş. Ama bu gerçeği çoğu zaman göz ardı ediyoruz. İnadına makinalaşmaya çalışıyoruz, sanki mümkünmüş gibi.
  • Artık iyi-kötü ayrımını daha net yapabiliyorum. Her zaman çocuklara öğretirler ya saf kötü ile saf iyiyi. Bence yanlış yapıyorlar. Çünkü gerçek hayatta böyle bir şey yok. Hepsi birer idealizmden ibaret. Hiçbirimiz beyaz veya siyah değiliz, griyiz.
  • Genel konsepti anlatmak için ideal kabuller yapmak, mantıklı ve kolay. Ama bu ideali, gerçek sanmak ise çok saçma ve doğaya ihanet. Gerçek hayatta ideal hiçbir şey yoktur. Mesela ideal gaz kanununu okuruz ama ideal gazın olmadığını biliriz. Sadece ideale yaklaşan gazlar vardır. İşte tüm kavramlar da bunun gibidir. İdeal aşk yoktur, ideal çalışma koşulları yoktur, %100 verim yoktur, ve saire, ve saire.
  • Ben bu blogu neden tutuyorum? Kendimi gerçekçi bir biçimde anlatmak için, di mi? Ama zaman zaman kendime otosansür uyguladığımı görüyorum, gayri ihtiyari. Mesela, bazen kızlar hakkında yazmak istiyorum ama bu blogu kızların da okuduğunu düşünüp vazgeçiyorum. Beni sapık zannedeceklerini düşünüyorum. Halbuki bir erkeğin kızlar hakkında yazması kadar doğal bir şey olamaz. Kısacası reel hayattaki gibi sanal hayatta da maskeler takıyoruz. Yine de amacım bunu en aza indirebilmek.
  • Michael Jackson şu dünyadan göçüp gitti ve ardından methiyeler düzülmeye başlandı hemen. Ne kadar ikiyüzlüyüz ya! Bari şimdi doğru konuşun, nasılsa adam duyamaz!
  • Yukarıdaki maddeye kendimin girmediğini sevinerek söylemeliyim. Daha perşembe günü (ölümünden 1 gün önce) zevkine vararak ‘You Give into Me’yi dinliyordum. Adam popu baştan yarattı bence. 1 Beatles ise 2, kesinlikle Michael Jackson’dır. Kimse de onu geçemeyecek kanımca. Huzur içinde yatsın.
  • En şevdiğim 3 Michael Jackson şarkısı şöyledir:
    1 – Liberian Girl
    2 – Say Say Say
    3 – You Give into Me