Arşiv

Archive for the ‘günlük’ Category

Doludizgin Hayatım

Vay canına! Son 10 günde yaşadıklarım beni biraz aştı. Durmaksızın yeni haberler, yeni olaylar oluyor. Kötü bir olay yok, Allah’a şükür ama hayal kırıklığı diz boyu. Bilhassa profesyonel yaşamımda ilginç gelişmeler yaşıyorum. Ne yazık ki burada sizinle paylaşamıyorum ama çok isterdim, inanın. Hatta bu gelişmelerden bahsetmek bile ne kadar akıl karı bilemiyorum. Gerçi, bu blogu işten okuyan hiç kimse yok ama okuyacakları tutar. Onu bırakın, profesyonel yaşamımı sanal ortamda yazmak etik gelmiyor. Her ne kadar o da yaşamımdan bir parça olursa olsun.

Onun için iş harici olaylara bir göz atalım:

  • 10 gün önce yağan sağanak yağmur, Bursa Belediyesi’nin barajları açma kararı ve bir gecelik elektrik kesintisiyle birleşince evin bodrumuna ciddi bir şekilde su basmasını sağladı. Maddi hasar yaşanmadı ama sinir bozukluğu had safhadaydı. Sonuçta acil olarak kiraya çıkmaya karar verildi. Ev de 1-2 yıla satılacak. Bugün yeni ev tutuldu. FSM üzerinde geniş bir apartman katıymış. Banliyöcülükten şehir hayatına geri dönüyoruz. Hoş, yine şehir merkezinde değiliz ama en azında gece 11 gibi hayat durmuyor.
  • Lost bomba bir bölümle başladı. Bayağı heyecan kattı hayatıma. Her çarşamba Lost günü artık. Gerçi final pazartesi olacakmış.
  • Caprica da başladı, Battlestar Galactica’nın spin-off’u. 2. bölüm vasattı ama 3. bölüm umut verdi. Böylece bilim-kurgu dizisi eksiğim de giderildi.
  • İlk defa Suare’ye gittim. Mekanı çok beğendim, konser için çok uygun, geniş ve yüksek olması çok önemli artılarından. Tabii uçmuş içki fiyatları cüzdan yakıyor ama değer.
  • Sertab Erener’i ilk defa canlı izledim. Müthişti. Performans 10, seyirci hakimiyeti 10. Eksik düşünmeye çalışıyorum, bulamıyorum.
  • Sarp Maden’in yeni albümü çok hoş. Caz severler kaçırmasın!
  • House M.D.’nin son bölümü enfesti. 6. sezonda harikalar yaratan tek dizi herhalde.
  • Son olarak cumadan itibaren 5 gün İstanbul’dayım. Güzel geçeceğini hissediyorum. Mesela pazar boğazda yürüceğim. Gerçekten rahatlatıcı olacak!
Kategoriler:günlük

Hayalleri Gerçekleştiren Sivil Toplum Örgütü: YGA

Öyle bir sivil toplum örgütü düşünün ki dünyada en çok hata yapan kurum olmakla övünsün. Öyle bir sivil toplum örgütü düşünün ki yöneticileri hala (doktora/master) öğrencilik yapan gençlerden oluşsun. Öyle bir sivil toplum örgütü düşünün ki geleceğin liderlerini yetiştirirken onlara sosyal sorumluluk da aşılasın, hatta eğitimlerini sosyal sorumluluk üzerine kursun.

Hayal gibi geliyor ama Türkiye’de böyle bir sivil toplum örgütü var! Adı Young Guru Academy (YGA). Adı İngilizce lakin özde tamamen Türk, adlarını tüm dünyada isim yapmış bir örgüt olmayı hayal ettikleri için İngilizce seçmişler. Esas görevleri de hayal etmek. Ama onunla da kalmayıp bu hayali gerçekleştirmek.

Ben bu kurumu 1 ay önce bir arkadaşım sayesinde duydum. 21 Kasım’da konferansları varmış, bir araştır dedi arkadaşım. İlk önce yaşam koçluğu üzerine bir konferans zannettim. İnternette sitelerine (http://www.yga.org.tr/) girdim, ilginç geldi ve başvurdum. Çünkü her isteyen konferansa katılamıyor, seçme var yoğun ilgiden ötürü. 10 gün önce cevap geldi, katılacağıma dair. Bağış olarak da 10 TL aldılar ki Lütfü Kırdar’da yapılan böyle bir organizasyon için komik bir ücret ki o da tamamen kütüphane kurmak için harcanıyor.

Dün sabah 9’da Lütfü Kırdar’ın önündeydim. Kapıda kuyruk vardı, içerisi de inanılmaz kalabalıktı. Girerken elime bir kitap tutuşturdular: Sinan Yaman’ın İç’ten Lider kitabı. Kim olduğunu bile bilmiyordum ama o gün tam 2 saat hipnotize şekilde onu dinleyecektim. Bilenler bilir kalabalığı sevmem. Paltomu vestiyere bıraktım ve hemen salona girdim. Bir koltuğa kıvrıldım ve etrafı gözlemeye başladım. Orta okuldayken UFO Kongresi’ne gelmiştim buraya. Hala kocaman geldi bana. Balkonlarıyla 2500 kişi alır herhalde. Her yerde YGA logoları, sponsor yazıları, sahnede iki dev ekran ve bir kürsü. Kırmızı yelekli YGA çalışanları her yere koşturuyor. Sorun varsa hemen hallediyorlar. 5 dakika sonra sıkıldım ve elimdeki kitabı okumaya başladım. Kapaktaki ilk cümle bile başlı başına bir iddia: “Bu kitap okumanız için yazılmamıştır.” Nasıl ya?!? Kapağı çeviriyorsunuz: “Kendinizi farklı hissetmiyorsanız… Kendinize kurduğunuz bir iç dünyanız yoksa, lütfen bu kitaba başlamayın… Bu kitap, okumanız için yazılmamıştır. Bu kitap yazmanız için yazılmıştır. İlhamlandırır ümidiyle de, sol sayfalara sözcükler bırakılmıştır…” Kitaba şöyle bir göz attığınızda sağ sayfaların boş olduğunu görüyorsunuz. Solda da 4-5 cümle var. Ama öyle cümleler ki feleğiniz şaşıyor. Tek örnekle yetineceğim: “Dost dostun katalizörüdür… Ne cennete sokabilir ne de cehenneme; ama her ikisine de, daha çabuk varmamızı sağlar.”

10’a gelirken tüm ışıklar söndü, her iki kapıya da birer spot ışığı düştü. Bir kapıdan Merih Ermakastar trompetiyle, diğer kapıdan Gökhan (soyadını unuttum) saksafonuyla çıktı. Güzel bir dinletiden sonra sunucumuz çıktı. Önce sahneye YGA eş başkanları Gökhan Meriçliler ve Enis Güray çıktı. Bir güzel YGA’yı ve yaptıklarını anlattılar. Ardından sırayla Unilever CEO’su ile TÜRSAB Başkanı çıktı. Hayallerinden, yaptıklarından ve yapacaklarından bahsettiler.

Sonra uzun bir öğle molası verildi. Herkese bir sandviç ve içecekten oluşan menü verildi. Hava da süperdi, ben dışarı çıktım, sisin ardından hayal meyal görünen Boğaz’a bakarak yedim yemeğimi. Bir ara içeri girdim, birileriyle konuşayım dedim, ama o kalabalık içinde çekindim. Hürriyet bedava gazete dağıtıyordu, bir tane alıp tenha bir yerde okudum.

Öğle arasından sonra yine saksafon-trompet ikilisi çıktı, ama bu sefer 20 dakikalık bir şov yaptılar. 2000 küsur kişinin halini görecektiniz, harika bir gösteriydi. Arkasından Özyeğin Üniversitesi Rektörü çıktı sahneye. Enfes bir sunum da o yaptı. Türkiye’nin gerçekleri masaya yattı. Bu ciddi konuları dinlerken bol bol da kahkaha atıldı. Ardından çıkan Microsoft Genel Müdür Yardımcısı tempoyu biraz düşürse de bir liderde olması gereken özelliklere iyi değindi. Yine bir ara verildi bitince.

Aranın sonunda YGA’nın kurucusu çıktı sahneye, Sinan Yaman. Usul usul, acele etmeden bize YGA anılarını anlattı, ufak (2000 kişilik!) oyunlar oynattı. Gerçekten farklı bir konuşmaydı, baştan sıradan geliyor ama gittikçe sizi içine alıyor. Önceden dediğim üzere hipnotize edici bir konuşmaydı.

Kurum içi ödüllerin verilmesiyle de konferans sona erdi. Çıkarken yine bir mahşer kalabalığı vardı. Kapıdan zor adım attım. Ama sonra yürürken o gün dinlediğim idealler aklıma geldi bir bir. Ben de bir Hayal Ortağı (YGA üyelerine verilen ad) olmak istediğime karar verdim. İlk adımı atıp sitedeki başvuru formunu doldurdum. İnşallah beni de seçerler. Ben de edindiğim tüm teknik, kültürel donanımı paylaşmak istiyorum tüm insanlıkla. Ben de çift kanatlı olmak istiyorum.*

*: YGA’nın ideallerini ve benim bu konudaki düşüncelerimi başka bir yazıda sizlerle paylaşacağım.

Kategoriler:günlük, popüler, sosyal hayat Etiketler:

Aklımda Dönenler

  • Dün ilk defa hamama gittim. (Oylat’ı saymıyorum, o hamamdan çok kaplıca) İlk aklıma gelen fena halde homofobik olduğu. Ama çok iyi rahatlatıyor. Kese ve masaj üzerinizdeki tüm negatifliği alıyor. Gittiğim Demirtaşpaşa Hamamı da çok şirindi. Hafif tenha ve tarihi. Kalabalığı sevmeyenlere birebir. Ama eve gidince kesin uyumak gerekiyor. Mis!
  • Bu sabah uzun zamandır yapmadığım iki şeyi yaptım, kısa olsa da. Müzik kanalını açıp sabah gazetesi okumak. Hoş, 10 dakika sonra sıkıldım lakin özlemişim. MTV TR, Rock ft. Love diye bir konsept yapıyordu. Benim MTV’yi sıklıkla takip ettiğim lise zamanlarındaki parçalar arka arkaya çaldı. Nostalji oldu hafiften. Pazar ekleri eskisi gibi. Elinize aldığınızda heyecanlanıyorsunuz ama birazdan sıkıyor. Çünkü içerik, başlık kadar doyurucu olmuyor. Bir başlığı beğenip okumaya başlıyorsunuz haberi ama içerik o kadar zayıf kalıyor ki vaktinize yanıyorsunuz.
  • 4. İpek Yolu Film Festivali’nde yine körler sağırları ağırlıyor. Festival mekanları Teyyare (ki herkes küçücük bir yerde dönüp duruyor), Kent Müzesi ve şehrin 20 km. dışındaki Korupark. Gerçekten yorumsuz yani. Program seçimi ve yerleştirilmesindeki eksik ve hataları yazmıyorum bile. Şimdi bu festival sizce Bursa halkını nasıl içine alabilir ki?
  • Şuna artık cidden inanıyorum: Türkler organizasyon yapamıyor! Disiplin yok, plan yok, vizyon yok! Bunu tek bir organizasyon türü için de söylemiyorum, genel konuşuyorum.
  • Son zamanlarda solculuk konusunda düşünüyorum. Gerçek manada bir solcu olmak çok zor, idealizm gerektiriyor, Che Guevera gibi. Öbür türlü ister istemez davanıza ihanet ediyorsunuz. Hem solcuyum deyip hem de bir cafede kahve içmekle olmuyor. Keza solcuyum deyip telif hakkı isterim demek de çok ters. Sonuçta kapitalizmin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşıyorsunuz ve kapitalizmin en büyük artısı da konfor. O konforu bir sevdiğinizde de bırakamıyorsunuz. İnsani dürtülere ters. Hele belli bir yaşa gelip çoluk çocuğa karıştığınızda paranın getirdiği konfora ister istemez ihtiyacınız oluyor. O yüzden hem solcu geçinip hem lobilerde viski tüketen insanlara kıl oluyorum. Ben ise hiçbir zaman solcu olduğumu iddia etmedim zaten. Sol görüşlerim var, evet ama bunları ne kadar uygulayabiliyorum ve hatta ne kadar uygulamaya çabalıyorum, o ayrı mevzu. Solculuk Che’nin yaptığıdır. Bir ülkenin bakanıyken, 5 çocuğu varken, her şeyi bırakıp dağa çıkıp kapitalizme karşı savaşmaktır. Sizde o yürek var mı? Bende yok doğrusu.
  • Son 1 aydır fena halde Redd dinliyorum. Çok beğeniyorum. ‘Keyifli Bir Gün’ ile ‘Hala Aşk Var mı?’ favorilerim.
  • Bant’ın Kasım-Aralık 2009 sayısı çok hoş. Sanatla ilgileniyorsanız mutlaka alın.
  • Geçenlerde İngiliz Times son 9 yılın en iyi 100 filmini seçmiş. Kötü bir liste olmuş. Çok alakasız filmler listede. Olması gerekenler de yok. Kim neye göre seçmiş meçhul!
  • Arka Pencere diye bir online sinema dergisi yayına başladı. Duyurulur. Yazarları, ülkenin en iyileri. Uygar Şirin de katılsaymış aralarına, rüya takımını kuracaklarmış. (Bir de Tuna Erdem, ne amandır onu okuyamıyorum, nerelerde acaba?)
  • Bu haftanın en dumur anı, bir anket sorusuyla geldi. Ankette ‘Şu anda bir lider olarak seçebileceğiniz isim kimdir?’ diye sormuşlar. Kaldım öylece. 10 dakika düşündüm, abartmıyorum. Ve bulamadım! Boş bıraktım.
Kategoriler:günlük

Sinemasal Sayıklamalar – #4

  • Şu sıralar eve bolca film izler oldum. Bunun sebebi hafif bunalım takılmam mı, bilemiyorum. Ama eskilerle yeniler arasında bayağı mekik atar oldum.
  • 80’lerin en popüler filmlerinden, hatta filmi geçin vakalarından Flashdance’ı izledim. MTV ekolünün sinemaya ilk yansımasıdır sanırsam. 83 ve 84’te bir sürü yeniyetmenin duvarını Jennifer Beals posterleri süslüyordur eminim. Ama kız film çekerken Yale’de (sanırım hukuk) okuyormuş. İşte ABD farkı budur, hem güzel hem kültürlü hem de popüler. Filmde ise pek bir şey yok. Ama kendini izlettiriyor kesinlikle. 83’te genç olsaydım filme hayran kalabilirdim herhalde. Müzikleri süper çünkü. ‘What a Feeling’ ile ‘Maniac’ı arka arkaya çalması bile yeter. Ayrıca nasıl bir fanteziyse film, esas kızımız hem dansçı hem kaynakçı (bildiğiniz oksijenli metal kaynağı işte)!
  • Hani şöyle filmler vardır ya: Kentin varoşlarında bir okul vardır; öğrenciler umursamaz, çete üyesi, vb.; öğretmenler de kendi hallerinden şikayetçi; sonra bir öğretmen gelir, bir sınıfla sorun yaşasa da finalde sınıfı mum yapar. Düzinelerce örneği vardır. İşte bu türün ilk örneğini izledim: The Blackboard Jungle. 1955 yapımı siyah-beyaz bir film. Renkleri eskimiş ama film taş gibi. Türün tüm klişeleri bu filmden araktır diyebiliriz. Müzikle yola getirme fikri mesela. Öğrenciler çok iyi döktürmüş, aralarında Sidney Poitier var örneğin. Şarkılar da ayrı bomba. ‘Rock Around the Clock’ bu film için yapılmış meğerse. Küçük bir cevher yani.
  • 2009’a gelelim biraz da: Duplicity’yi izledim, sırf Julia Roberts-Clive Owen ikilisi için. Olmamış. Tony Gilroy harika bir senarist ama bu sefer elindekini o kadar karıştırmış ki konuyu anlayayım derken eğlenemiyorsunuz ve film eğlencelik diye çekilmiş! Roberts’ın devri geçti de Owen böyle rollerle kendini harcıyor.
  • Adventureland’ı herkese öneririm. Çünkü hiçbir yerde ismi duyulmamasına rağmen gayet güzel bir film. Nick&Norah’s Infinite Playlist de aynı dertten mustaripti. Gençlik filmi diye kaale alınmıyorlar lakin çoğu yetişkin filmine 10 basarlar. Hele N&N! Adventureland, aşkın realitesini çok iyi yansıtıyor. Sorunu klişeleri fazla kullanması. Ama 87’de geçerek ve dönemin enfes şarkılarını arkadan dinleterek bizi bizden alıyor.
  • Eskilere yine dönelim: Bambi’yi izledim. Bilmeyeniz varsa Walt Disney’in en başarılı animasyonudur. Yurt dışında izlememiş çocuk yoktur! Bir geyiğin olgunlaşma macerasıdır anlatılan, hafif hüzünlü hafif gerilimli. Ama o kadar tutmadım filmi. Fazla naif geldi bana. Mesela geyiklerin başı Bambi’nin babasıymış meğerse (öyle okudum), ama filmde baba hiç oralı değil. Ayrıca koca ormanda en büyük hayvan geyik ve tek düşman insan! Tamam insan kötüdür ama bunun aslanı, yılanı, kaplanı var!
  • Stalag 17’de güzel bir 2. Dünya Savaşı öyküsünden gayrı elle tutulur bir şey bulamadım. Robert Strauss’un harika oyunculuğu tüm filmin önünde bence.
  • Yine Billy Wilder’ın çektiği The Lost Weekend’i izledim yine. Filmle ilgili en ufak bilgim yoktu izlemeden önce. Kara film izleyeceğimi ummuştum. Bir alkoliğin sayıklamalarını izledim 100 dakika boyunca. Yine de fena değildi. En beğendiğin sahneyse Don’un kapıyı zincirlemeye uğraşırken nişanlısının yedek anahtarı bulmaya çalışması ve burada yaratılan olağanüstü gerilim. Billy Wilder gerçekten çok büyük bir usta.
  • Daha da eskilere gidelim. Yıl 1923, filmin adı Safety Last! Bir tezgahtarın köşeyi dönme maceralarını komediye döküyor. Film sessiz tabii ki de. Harold Lloyd amcamın en önemli filmi. Şarlo’nun yandan yemişi diyebiliriz. Ama onun kadar komik değil, bana kahkaha attıramadı. Halbuki Chaplin her zaman 1-2 kahkahayı garantiler. Yine de film hoş bir komedi. Güzel gaglar (durum komedisi, sitcom’un atası) yakalamışlar, hatta bazıları bizim salak sitcomlara 100 basar.
  • 2003’e ilerleyelim: School of Rock, hep izlesem mi izlemesem mi diye ikileme düştüğüm bir film olmuştur ve izledim en sonunda. Başlarda çok sıktı, kendime “İzlememeliydin!” dedim ama sonlara doğru beli doğrulttu. İyi ki izlemişim!
  • 2009 ile bitirelim: Romantik-komedilerde şöyle bir yapı vardır: Hiç ciddi bir ilişkisi olmamış erkek/kız bir gün biriyle tanışır, ya çıkmaya başlarlar hemen ya da biraz aşk acısı çekilir; sonra tam işler yoluna girmişken, bir olay olur ve çift ayrılır; finalde de yeniden birleşirler. İşte I Love You, Man bu yapıyı alıp iki heteroseksüel erkeğin kanka haline geliş sürecinin üzerine kuruyor. Bunu da gayet hoş ve yer yer kahkaha attırarak yapıyor. Böylece yılın en hoş komedilerinden biri oluveriyor.
Kategoriler:günlük, sinema

Sinemasal Sayıklamalar #3

  • Fark ettim de sinema üzerine yazmayalı uzun zaman olmuş. Biriktirmeyi sevmeye başladım galiba. Ama unutma sorunu da vuku buluyor ki bazı filmler yazılmadan geçiliyor.
  • Uzun yıllardır izlemek isteyip kopyasını edinemediğim Robert Altman başyapıtı Nashville’i uzun uğraşlar sonucunda buldum ve izledim. Açıkçası beni pek heyecanlandırdığı söylenemez. Bundaki esas neden country müzik sevdalısı olmamamdır. Film, başlı başına bir saygı duruşu çünkü. Ama şu bir gerçek ki Altman hayran olunacak bir yönetmen. Belgesele bu kadar yakın ve bu kadar içten bir eser yaratması harikulade.
  • Geçen haftalarda bir notumda herkesin farklı bir dünyası olduğunu yazmıştım. İşte Notorious da bunu anlatıyor. Brooklyn’li gençlerin ve dolayısıyla Amerikan rap piyasasının bizim dünyamızdan çok farklı bir yaşam biçimi var. Sanki bambaşka bir gezegende yaşıyorlar. Notorious’u salt bu dünyayı gözlemlemek için izleyebilirsiniz, rap müzikten nefret etseniz bile.
  • Geçen yılın Altın Palmiye sahibi Entre les Murs’u yeni izleyebildim. Bakalım Haneke’nin yeni filmini ne zaman izleyebileceğim. Filme dönersek, tek özelliği doğallığı ama bunu öyle bir kullanıyor ki hem zamanı geçiriyor hem de ortaya bir sinema eseri çıkarıyor.
  • Bernardo Bertalucci’nin ünlü filmlerinden Last Tango in Paris’i de yaklaşık 10 gün önce izledim. Film belki başyapıt değil lakin kendi içinde çok nitelikli. Bir kere Marlon Brando’ya sahip ve Brando filmde coşuyor resmen. Oyunculuk şovu yapıyor ki öyle böyle değil. Bazı sahnelerde her şeyi bırakıp Brando’yu izledim ki bu, film adına bir eksi. Öte yandan tamamen bir Bertalucci fantezisi izliyoruz, hafif açık seçik. Ama ben daha çok açıklık var diye okumuştum, gayet normal ve kararında geldi.
  • Transformers’ın devam filmi sinemalardayken ben daha ilk filmi izledim. Evet, film eğlenceli ve komik ama Michael Bay baltalamak için elinden geleni yapmış. Açık söyleyeyim, Spielberg yapımcı olmasa bu filmin yüzüne bakılmazdı. Spielberg bilindik temalarıyla günü kurtarıyor ama sadece günü kurtarabiliyor.
  • Megan Fox kadar itici bir arzu nesnesi görmemiştim. Bu kadar ruhsuz oynanıp, bu kadar sevimsiz olunabilir. Hollywood’da güzel mi kalmadı kardeşim? Kız, çirkin denebilecek kadar berbat!
  • Dayanamadım ve Up’ı korsan çekimiyle izledim. Ama bu Pixar’ın hatası, Avrupa’ya 5 ay sonraya gönderirsen filmi böyle olur. Bak Ice Age 3’e tüm dünyada aynı gün vizyona girdi, sinemada izledim.
  • Up, Pixar’ın en iyilerinden değil ama bir Pixar filmi olarak keyifle izleniyor. Hele filmdeki amcamızın evlilik hayatını anlatan sessiz 3-4 dakikalık kurgu var ki harikulade. Tüm film böyle olsa enfes bir deneyim olurdu. Filmde beni rahatsız eden esas nokta konudaki bariz saçmalıklar. Belki bir animasyon olarak kabul edilebilir ama ana kahramanları insan olan bir filmde mantık aranmalı bence. Koca evin balonlarla uçup, ta Güney Amerika’ya varması fikri bana cazip gelmedi. Pixar daha dahiyane fikirler üretmeli.
  • Ice Age 3, işi tamamen stand-up’a döküyor. Espriler çok iyi. Filmlere göndermeler yapılmış. Hepsi güzel de sinema filmi olarak halefini taklitten öteye gidemiyor. Bariz ticari olarak yapılmış. Her Hollywood filmi belki öyle ama çok belli ediyor. Üstelik artık Scrat da kabak tadı vermeye başladı, Jerry’yi bir türlü yakalayamayan Tom’a dönüşüyor.
  • Dün akşam ikinci defa Nuovo Cinema Paradiso’yu izledim. Mükemmel! Hayatımın filmlerinden birisi. Ayrıca sinema aşkını filme yansıttığı için daha özel bir yere sahip.
  • Cinema Paradiso’nun esas vurucu gücü sahiciliği! Hikayesi o kadar gerçek ve onu o kadar içten ve sıcak anlatıyor ki vurulmamak elde değil. Ennio Morricano imzalı müzikleri, harikulade bir sanat yönetimi, doğal oyunculukları da cabası. Düşünüyorum acaba benim Top 4 filmim, Top 5 mi olsa?
Kategoriler:günlük, sinema

Sayıklamalar #4

28/06/2009 1 yorum
  • Son 2 yıldır en çok düşündüğüm konu, insanın tabiatının ne olduğu, nelere vakıf olduğu. En alakasız yerlerde bile konu dönüyor dolaşıyor, aynı yöne çıkıyor. 2 ayda 4 sezonunu tekmili birden izlediğim Battlestar Galactica‘yı da bu yüzden çok sevdim galiba. İnsanın hatalarıyla var olduğunu çok güzel özetlediği için.
  • Orhan Gencebay “Hatasız kul olmaz!” demiş, ne güzel demiş. Ama bu gerçeği çoğu zaman göz ardı ediyoruz. İnadına makinalaşmaya çalışıyoruz, sanki mümkünmüş gibi.
  • Artık iyi-kötü ayrımını daha net yapabiliyorum. Her zaman çocuklara öğretirler ya saf kötü ile saf iyiyi. Bence yanlış yapıyorlar. Çünkü gerçek hayatta böyle bir şey yok. Hepsi birer idealizmden ibaret. Hiçbirimiz beyaz veya siyah değiliz, griyiz.
  • Genel konsepti anlatmak için ideal kabuller yapmak, mantıklı ve kolay. Ama bu ideali, gerçek sanmak ise çok saçma ve doğaya ihanet. Gerçek hayatta ideal hiçbir şey yoktur. Mesela ideal gaz kanununu okuruz ama ideal gazın olmadığını biliriz. Sadece ideale yaklaşan gazlar vardır. İşte tüm kavramlar da bunun gibidir. İdeal aşk yoktur, ideal çalışma koşulları yoktur, %100 verim yoktur, ve saire, ve saire.
  • Ben bu blogu neden tutuyorum? Kendimi gerçekçi bir biçimde anlatmak için, di mi? Ama zaman zaman kendime otosansür uyguladığımı görüyorum, gayri ihtiyari. Mesela, bazen kızlar hakkında yazmak istiyorum ama bu blogu kızların da okuduğunu düşünüp vazgeçiyorum. Beni sapık zannedeceklerini düşünüyorum. Halbuki bir erkeğin kızlar hakkında yazması kadar doğal bir şey olamaz. Kısacası reel hayattaki gibi sanal hayatta da maskeler takıyoruz. Yine de amacım bunu en aza indirebilmek.
  • Michael Jackson şu dünyadan göçüp gitti ve ardından methiyeler düzülmeye başlandı hemen. Ne kadar ikiyüzlüyüz ya! Bari şimdi doğru konuşun, nasılsa adam duyamaz!
  • Yukarıdaki maddeye kendimin girmediğini sevinerek söylemeliyim. Daha perşembe günü (ölümünden 1 gün önce) zevkine vararak ‘You Give into Me’yi dinliyordum. Adam popu baştan yarattı bence. 1 Beatles ise 2, kesinlikle Michael Jackson’dır. Kimse de onu geçemeyecek kanımca. Huzur içinde yatsın.
  • En şevdiğim 3 Michael Jackson şarkısı şöyledir:
    1 – Liberian Girl
    2 – Say Say Say
    3 – You Give into Me

İş Hayatı Yorumları #1

4 aydır bifiil çalışıyorum.8-6 mesaisinden hareketle haftanın 5 günü iş yaşamındayım ve dikkatlice gözlemliyorum, nasıl bir şey diye bu yaşam. Umduğum şeyler de çıkıyor mutlak, şaştığım olaylar da. Gerçek ve profesyonel hayata girdiğinden detaya girmekten kaçınıyorum ama genel hatları hangi şirkette çalışıyorsam çalışıyım sizlerle paylaşmaya çalışacağım. İlk dikkate değer konu, kişilerin kendi işlerinden çok diğerlerinin işlerini nasıl ve ne kadar yaptığını gözlemlemesi. Diğeri hata yaptı mı onun da hata yapma hakkı olduğunu sanması.

Aslında olay tamamen tembellik üzerine kurulan bir kültürden besleniyor. Şöyle ki kimse işinden memnun değil! Hayat savurmuş onları bir şekilde ve bulundukları yere gelmişler. Eğer gerçekten sevdikleri mesleği yapsalardı çalışırlardı, hayatlarını onun üzerine kurarlardı. Şu an Türkiye’de iş sadece hayatı geçirmek için bir araç. O sevilen mesleğe neden ulaşılamadığını ve ya öyle bir şeyin bile aranmadığını sorgulamayacağım bu yazıda.

Derdim, kimsenin işini layığıyla yapmaması. Belki bu cümle size önemli gelmeyebilir okuduğunuzda lakin hayatın belki de özü. Çünkü herkes işini adam gibi yapsa dünyada sorun kalmaz! Düşünsenize; politikacı gerçekten politika yapıp halkını temsil etse, doktor para peşine düşmeyip hayat kurtarsa, çöpçü caddeleri düzgün temizlese, futbolcu şike yapmayıp spor yapsa, şoförler taşıdığı her yolcunun canını yüreğinde hissedip aracını kullansa, müteahhit malzemeden çalmayıp binasını muntazam dikse… Uzar gider!

Her meslek, makine mühendisleri dahil, işini beynini vererek, vicdanını dinleyerek yapsa bu dünyanın nasıl bir yer olacağını hayal bile edemiyorum. Edemiyorum çünkü bu bir ütopya! En az komünizm kadar, hatta ondan da yukarıda bir ütopya! (Hayır, komünizmin bir ütopya olduğunun bilincinde olduğum için komünist değilim!)

Ama ben hiç olmazsa bir denizyıldızı hayata dönsün diye kendi işimi elimden geldiğince değer vererek yapmaya çalışıyorum. Hatalarım olsa da her geçen gün her birinden ders çıkarıp bir daha yapmamaya çalışıyorum. Benden de bu kadar, ey ahali!

Kategoriler:fikir, günlük

Me, Myself and I

02/05/2009 1 yorum

“Tryin’ to draw the line between who you are
And who you invent /
Çizgiyi çekmeye çalışıyorum, olduğum kişi
İle olmak istediğim arasında”

Her şey bu iki satırla başladı. Hani nicedir itiraf etmek isteyip de istemediğiniz anlar olur ya, işte bu 2 satır o mana oldu şahsım adına. Nicedir ifade edemediğim öze ulaştırdı beni. Sakın bu mısraların ait olduğu eserin, çok edebi bir şiir olduğunu zannetmeyin. Şiir bile değil çünkü! Şarkı sözü! Leonard Cohen’in oğlu Adam Cohen tarafından icra edilen; sözleri de Adam Cohen ile Tonio K’ye ait olan ‘Cry Ophelia’ şarkısının iki mısrası!

Ben şarkıyı ilk defa 1 yıl önce filan dinledim, ‘Songs from Dawson’s Creek’ albümünün 2. CD’sinde bulunuyor parça. Ritmik bir yapıya sahip. İlk başlarda da bundan olacak derinine inemedim, kelimeleri özümseyemedim. Yazındı galiba, kafama çakıldı sözler. Olmak istediğinin ile kim olduğunun arasında çizgiyi çekmek! Çok koydu bana. İşte tam olarak bunu istiyordum. Kim olduğumun bilincine varabilmek, ona göre hareket etmek, hayatını ona göre hareket etmek.

İkiyüzlülükten nefret ederim. Yanlış anlaşılmakla beraber şu hayatta en nefret ettiğim iki olgudan biridir. Ve sık sık insanlığın ikiyüzlülüğünden, kapitalizmin bunu nasıl körüklediğinden yakınırım. İnsanların nasıl maske taktıklarını ve bunun ne kadar şerefsiz bir şey olduğunu anlatırım insanlara. Oysa ki insan ilk önce kendi evinin önünü temizlemelidir ki başkasınınkini temizlemeye hakkı olsun, ya da en azından laf söylemeye hakkı olsun. Bu iki mısrayla anladım ki ben de ikiyüzlüyüm. Çünkü kendi taktığım maskeyle kendimi görmek istemiyorum.

Bunu anladığım anda çöktüm. Çok ağır bir itiraf çünkü. Kendinden nefret ettiğini kendine itiraf edebilmek çok büyük bir darbe. Bu aralarda beni gerçekten tanıyan tüm arkadaşlarım fiziksel olarak da bu çöküşü gördüler. Sonra ne yaptım? Psikolojik destek almaya başladım. Çünkü kendi içime kapanarak bunu çözemeyeceğim çok barizdi. 24 yıldır her ortaya çıkışında üstünü kapıyordum, ısrarla.

Aradan geçen onca ayda ne değişti diyebilirsiniz. Bunu itiraf edebilmeyi öğrendim. Çat diye itiraf edildiğini düşünmeyin. Psikologuma açılmam 5 ayı buldu! Bu yazıyı yazabilmem daha uzun! Ben sonunda bunun ciddiyetini kavradım ve şunu da anladım: Ben kendimi sevmeden başkasını sevemeyeceğim. Buradaki kastım gerçek sevgidir, başka anlamlar yüklenmesin. Hayat ne kadar izin verir bilemiyorum ama bu sorunu çözmeden de aşık olmak istemiyorum. Bunu bile kabullenmem birkaç ayımı aldı.

Bu sorun ne zaman çözülür, inanın en ufak fikrim yok. 1-2 aylık bir problem değil çünkü. Hayatımı tamamen etkileyen bir yara birkaç ay da iyileşemez. Belki 2 yıl, belki 5, belki 10! Hazırım ben, yeter ki çözeyim.

Şimdi de bunu neden buraya yazdığıma geleyim. Bu, sadece benim sorunum değil çünkü. Çoğunuz da var ama itiraf edemiyorsunuz. Herkesin bir hayali var, bir de olduğu kişilik. Devamlı birini sevmek isteyen biri onu bulamayınca hayale uğruyor. Müzisyen olmak isteyen biri mühendis olunca hayata küsüyor. Oysa ki bir de hayatın gerçekleri var. Konumun, içinde bulunduğun ortam, kültürün var. Kim olduğunu bilemezsen ölene dek hayal kırıklığına uğrarsın. Ama bir sefer kim olduğunu anlarsan ve ona göre hamleler yaparsan aşamayacağın engel kalmaz. Yeter ki kendinle barış.

NOT: Bu blogu çok az kişinin okuduğunun farkındayım ama bir kişi bile ne demek istediğimi kavrasa bana yeter.

Kategoriler:günlük

Haftanın Ardından

Haftaya 3 gün beni meşgul eden kişisel bir olayla başladım. Çok kişisel olduğundan buraya yazamıyorum, üzgünüm. Tabii ki haftanın olayı yılbaşıydı. Tam istediğim üzere sakin ve yemek doluydu. Yalnız film izleyerek yeni yıla girme arzumu gerçekleştiremedim. Bunun yerine geriye sayım yapmadan girmek beni bir nebze olsun teselli etti.

Hafta, tam bir sinema haftasıydı. Bir yandan Oscarlıkları, bir yandan saf klasikleri izledim. Buraya orijinal adını yazmak uzun ve zorlu olacağından A Man Escaped diyeceğim ünlü Fransız filmini sonunda izleyebildim; Shawshank Redemption’a dedikleri kadar benzemiyordu (doğrusu SR ona benzemiyordu). Dört bayıldığım klasiği çeşitli nedenlerle tekrar izledim: Hannah and Her Sisters, Roman Holiday, All the President’s Men ve Eternal Sunshine of the Spotless Mind. ESotSM yine nefes kesiciydi, annemle babam filmden hiçbir şey anlamadı ve açıklamak zorunda kaldım. Donnie Darko’yu izleseler ne yapacaklarını çok merak ediyorum (güzel işkence olur! :D) ki Lynch’e girmiyorum bile (Lost Highway’i izleseler 1 hafta kendilerine gelemezler, şoktan!). Ayrıca Die Hard serisinin Lethal Weapon’dan daha iyi olduğunu kavradım bu hafta. Son olarak Scream’i izledim, çok başarılı bir filmdi; hem eğlenceliydi hem entelektüel!

Başbakan’ın aday açıklamaları sinir bozucuydu. All the President’s Men’deki gerçek demeçleri izlerken sayısız kere deja vu oldum. Artık Başbakan’ın nerden intihal yaptığını biliyorum, heyo! Gazze’deki olaylar, ‘bir millet nasıl satılır?’ ve ‘bir halk nasıl bok yoluna gider?’ konularının uygulamalı gösterisidir. Hiç üzüntü duymuyorum.

ESotSM’ı seyrederken Beck’in ‘Everybody’s Gotta Learn Sometimes’ şarkısına aşık oldum, uzun süre dinlerim artık. Sözleri çok güzel!

Pazar günü ilkokul arkadaşlarımla 12,5 yıl sonra ilk defa buluştum. Çok güzeldi. 5 yılını (bazılarıyla anaokul dahil 6 yıl) birlikte geçirdiğin insanlara yabancı gözlerle bakmak çok garipmiş. Sonra yavaştan alışıyor insan. İlkokul yıllarımı kafamdan tamamen silmişim. Çok az şey hatırladığımı öğrendim. Ama eski anıları anmak çok güzeldi. Her şeyden güzeli, ilkokulun çok saf olduğunu hatırlamaktı. Her şey çok temiz ve safmış! Hiçbir çıkar gözetmeden 5 yıl geçmiş; bu günden bakınca çok garip geliyor. Bu arada Oya Hoca’nın bilmediğim şeytanlıklarını dinledim, eve dönünce de anneme beni şikayet ettiğini öğrendim. Kadın gerçek bir salaktı ya! Ondan değil öğretmen, çöpçü bile olmaz! 2 yılıma acıdım.

Kategoriler:günlük

Aklıma Takılanlar

  • Youtube: Bana başka bir ülke söyleyin ki yasaklı bir sitenin tıklanma sayısı artsın? Öyle bir ülke ki başbakanı bile “Ben de giriyorum! Siz de girin!” desin. Sonra da siz apışıp kalın!
  • Francesca Martinez: Ünlü İngiliz spastik, stand-up komedyen. Sahnedeki malzemesi kendi başına gelenler ve önyargılar. İlginç!
  • Extras: Efsane bir İngiliz komedisi daha. Loser olmanın durum komedisi de denilebilir. Asıl artısı her bölüme konuk olan ünlüler ve kendileriyle dalga geçmeleri. Favorim Orlonda Bloom ve Kate Winslet.
  • Melih Gökçek: Bu ülkeyi yönetenlerin kim olduğunu tüm çıplaklığıyla gösterdi.
  • Disco Kralı’nın 12 Aralık’taki programı: 90’ları son derece saygıyla andı. Son yıllarda her dakikasını zevkle izlediğim tek program oldu.
  • Sima – Her şeye Rağmen: Disco Kralı’nın 90’lardaki klipler sıralamasında hatırladığım enfes şarkı ve klip.
  • Woody Allen: Her seyrettiğim filmiyle şaşırtabilmesi beni büyülüyor.
  • Bant’ın 50. sayı şerefine verdiği Atatürk posteri ve stickerları: Bütün bunların sadece 7 YTL olması takdire şayan.
  • Kum saatindeki zaman mantığı: İlk defa Death in Venice filminde duyduğum ve uygulamasını gördüğüm kavram. Mantık şöyle: En başta zaman yavaş akar, tıpkı kum saatinde aşağıya düşen ilk kum tanelerinin sanki akmıyormuş gibi görünmesi misali. Ama süre bittikçe zaman akışı hızlanır, tıpkı son kum tanelerinin hızla aşağı düşmesi misali. Sonradan dikkat ettiğimde çoğu filmde zaman akışı olarak bu mantığın uygulandığını gördüm. Mesela bugün izlediğim Sonbahar bunu çok güzel kullanmış. Ayrıca cep telefonlarında şarjın boşalması da aynı mantıkta oluyor.
  • İskele ucunda denize bakan kadın sahnesi: Sonbahar’da da görünce aklıma geldi ki bu sahneyi kullananlar çoğunlukla çok iyi oluyor. Aklıma ilk gelenler Dark City ve Age of Innocence oldu.
Kategoriler:fikir, günlük