Portekiz I: Lizbon İzlenimleri
Okyanusların fatihi Portekiz. Avrupa’nın güneybatısındaki İber Yarımadası’nın da güneybatı kıyıları boyunca uzanan küçük bir ülke aslında Portekiz. Ama sadece Atlas Okyanusu’na kıyısı olan bu ufak ülke, nasıl birkaç yüzyıl dünyanın en önemli güçlerinden biri olmayı başarmış? Beni daha da ilgilendiren, o kadar güçten sonra nasıl vasat bir Avrupa ülkesine dönüşmüş?
Seyahat edeceğim bölge hakkında araştırma yapmayı hep sevmişimdir. Ama bu iki soruya cevap bulmak birkaç saatte edinilebilecek bir bilgi değil. Belki de üzerine kitaplar okumak gerek, o zaman bile belki bir argüman sahibi olabilirsin. Bazen soruya muhatap olan bölgeyi ziyaret etmek, bazı kitabî bilgilerden çok daha fazla şey anlatabiliyor.
Portekiz gezim boyunca da aklımın bir kenarında bu iki soru vardı. O yokuşları çıkarken, şatafatlı kiliselerin yanında virâne yapıları görürken, fado dinlerken, trende yemyeşil çayırlara bakarken… İki yazıyı kapsayacak Portekiz izlenimlerim çıkarımlar üzerinde olacak bu sebeple.
Portekiz ve 3 F
Tarihseverlerin ‘coğrafi keşifleri başlatan ülke’ olarak tanıdığı Portekiz, günümüzde daha çok 3 F’siyle tanınıyor. 20. yüzyılda uzun süre ülkeyi diktatörlükle yöneten Salazar’ın, bu 3 F ile halkını uyuşturduğu kabul ediliyor. İlk F olan futbolun kitlelere olan etkisi malûm. Günümüzde de futbolseverler için Portekiz, Ronaldo ile eşanlamlı neredeyse. Nitekim Lizbon ve Porto’da her semtte resmî bir Portekiz spor mağazası ve neredeyse her dükkânda Ronaldo temalı turistik ürünler satılıyor.
İkinci F, ülkenin geleneksel müziği sayılan fado. Bilhassa ikinci yazıda bu nev-î şahsına münhasır müzik hakkında detaya gireceğim. Üçüncü F olan Fatima, Katolikler için önemli bir hac merkezi kabul edilen ufak bir Portekiz kasabası. 19. ve 20. asırda kasabalılara beyazlar içinde ışıldayan bir kadın göründüğü rivayet ediliyor. Yerel halk ve Papalık bu kadının Hz. Meryem olduğunu iddia ettiğinden bölge, dinî bir turistik merkeze dönüşmüş.
3 F ile aslında eğlence, kültür ve din ile halkın nasıl manipüle edilebileceği ifade ediliyor. Günümüz Portekizini de, dünyadaki mevcut sistemi de anlamak için kilit bir saptama bence.
20. yüzyıla kadar geçimini okyanuslardan sağlayan bir ülkenin günümüzde deniz hakimiyetini neredeyse tamamen kaybetmesi de ilginç bir durum. İlk çağlarda Keltler, Fenikeliler ve Kartacalılar gibi denizci kavimler tarafından iskan edilen bölge Romalıların işgalinden sonra Portucale olarak anılmaya başlanmış ki bu isim de denizle ilgili. İkinci yazıda bahsedeceğim üzere Porto’nun Douro Nehri’ne göre karşısındaki yerleşim olan Gaia’nın eski adı Cale. Port da İngilizce’de (ve eski Latince’de) liman demek. Yani Portekiz’in kelime anlamı ‘Cale limanı (günümüze göre Gaia limanı)’.
Emrah Safa Gürkan’ın anlatımından, Portekizlilerin (ve İspanyolların) coğrafi keşifleri öylesine yapmadıklarını biliyoruz. Orta Çağ’da Avrupa’da yaşanan hızlı nüfus artışı, Osmanlıların Doğu’daki ticaret yollarını ele geçirişi ve Papalık ile aristokrasinin otokratik yönetimi sayesinde halk yeni arayışlar peşinde. Batısında aşılmaz gözüken engin su kütlesini tek kaçış yolu olarak görüyor ve ölümüne seferler başlıyor. Önceleri giden üç gemiden biri ancak geliyor. Deneye yanıla (başka açıdan ölerek) okyanusa uygun gemileri geliştiriyorlar. Zamanla giden üç gemiden ikisi dönmeye başlıyor. Bunun ardından da keşifler çağı başlıyor.
3 F’den fadonun bu zamanlarda doğduğu rivayet ediliyor. Giden gemiciler genelde dönemediklerinden eşleri, sevgilileri, aileleri arkalarından ağıtlar yakmış. Bu ağıtlar zamanla, hafiften Arap kültüründen de etkilenerek fadoya dönüşmüş. (Bu rivayetin resmî olmadığını ekleyeyim.) Nitekim fadonun Portekizcedeki anlamı ’kader’, verdiği (veya vermesi gereken) hisse de saudade yani hasret deniyor.
Başlangıcı biraz uzun tuttuğumun farkındayım. Ama bahsettiğim kavramlara ve tarihi olaylara yazıda sıklıkla değineceğim. Ayrıca şahsen bir ülkeyi kültüründen ve tarihinden bağımsız düşünemiyorum.
Lizbon’a varış ve otel
Keltlerin veya Fenikelilerin kurduğu düşünülen Portekiz’in başkenti Lizbon, Atina’dan sonra Avrupa’nın en eski ikinci başkenti olarak kabul ediliyor. Tam olarak okyanus kıyısında yer almasa da, Tagus ırmağının okyanusa döküldüğü ağzın kuzeyinde konumlanıyor. Bu ağız ise gayet büyük, Haliç’in 3-4 katını hayal edebilirsiniz.
Haliç benzetmesini bilerek yaptım çünkü Lizbon, İstanbul’a (ama suriçindeki kısmına) sıklıkla benzetilen bir şehir. O da yedi tepe üzerinde kurulmuş, Boğaziçi Köprüsü’nün daha uzunu (25 Nisan Köprüsü) tüm sahilden görünüyor ve eski bir kent olmasının izlerini her adımda görebiliyorsunuz.
Biz dört kişi olarak -annem, babam, eşim ve ben- 29 Nisan Pazar sabahı, yaklaşık 5 saatlik bir uçuşun ardından Lizbon Humberto Delgado Havalimanı’na indik. Metroyla şehir merkezine ulaşım mevcut ama biz kalabalık olduğumuzdan taksiyi tercih ettik. Yaklaşık 20 dakikada şehrin merkezindeki otelimize vardık.
Otelimiz, Vincci Baxia Hotel Ticaret Meydanı’na birkaç dakikalık yürüme mesafesiyle çok merkezi bir konuma sahip. Oda biraz ufak olmasına rağmen gayet konforluydu ve başarıyla tasarlanmıştı. Kahvaltısını da gayet beğendik. Standart olmasına karşın ürün çeşitliliği fazla ve malzeme kalitesi yüksekti. Tabii gecelik fiyatı da yüksekti ama karşılığını verdi.
Lizbon 101: Ayakkabı, hava ve ulaşım
Lizbon’u gezmek için en önemli şart, düzgün bir yürüyüş ayakkabınızın olması. Çok yürümeniz gerekiyor ve bu yürüyüşlerin bir kısmı gayet yokuşlu. Üstelik neredeyse her yaya yolu ve kaldırım, Arnavut kaldırımı tipinde. Yani topuklu ayakkabı size dert yaratır.
Lizbon’da yürümenin önemli bir avantajı var. Çoğu binanın cephesi azulejo denilen seramiklerle kaplı ve her binanın azulejo tasarımı farklı. Yani gördüğünüz bina sayısı kadar farklı azulejo tasarımı da göreceksiniz ki bazıları gerçekten çok özgün ve sanatsal. Yürümeden de bunları fark etmek kolay değil.
13. yüzyılda Arapların Orta Doğu’dan taşıdığı mozaik kültürü etkisiyle Sevilla’da (İspanya) başladığı düşünülen bu iç ve dış cephe kaplama sanatı, zamanla daha çok Portekiz’e özgü hâle gelmiş. Günümüzde İspanya ile İspanya-Portekiz eski kolonilerinde de azulejolu binalara rastlansa da yaygın olarak Portekiz’de kullanılıyor. Bunun sebebininse okyanustan gelen aşırı neme karşı binayı koruması ve (mantolama gibi) bina içi sıcaklığı nispeten dengede tutması olduğu düşünülüyor. Dünyanın en önemli azulejo cephelerinden birkaçı Lizbon’da. Buna özel bir müze de (Museu Nacional do Azulejo) var ve çoğu tarihî azulejo buradaymış. Maalesef biraz ters yerde (Alfama’nın diğer ucundaydı) olduğundan biz gidemedik.
İkinci önemli husus, hava. Okyanus kıyısında bir kent olduğundan kışın ve baharlarda yağmur ihtimali yüksek. Bizim 6 günlük gezimizde sadece tek gün yağmur yağmadı. Ayrıca gitmeden önce izlediğim videolarda da bu konuda uyarılar vardı. Yani Portekiz geziniz öncesi mutlaka hava durumunu kontrol edin. Biz su geçirmez spor ayakkabılarıyla hiç sorun yaşamadık.
Üçüncüsü, Lizbon gayet geniş, çeşitli semtlere yayılmış bir şehir. Yürümek konusunda ne kadar hevesli olursanız olun, birkaç kere toplu taşımaya binmeniz kaçınılmaz. Bazı taşıtlarda içeride ödeme yapmak mümkünken bazılarında değil. Bu yüzden 24, 48 ve 72 saatlik üç çeşidi olan Lisboa Card çok işinize yarayabilir ama bu günlük kart çok ucuz değil. Banliyö trenleri dahil tüm ulaşımda ve çoğu müzede (tamamen veya kısmi) geçerli olan bu karta göre önceden gezinizi planlarsanız yararlanma oranınız artar. Mesela biz 4 gün kaldığımız Lizbon’da 48 saatlik aldık ama ikinci günü verimli kullanamadık. Bu kartı havalimanı, gar dışında Ticaret Meydanı gibi alanlarda bulunan turizm ofislerinden edinebilirsiniz. Kartın kullanım süresi alınca değil, ilk kullandığınız an başlıyor. Son olarak taksi de pahalı değil ama Uber kullanmanın daha uygun olduğunu duydum.
Lizbon geniş ve yokuşlu yapısı sayesinde başka hiçbir kentte görmediğim kadar tek taşıtla şehri gezme seçeneklerine sahip. Tipik üstü açık kırmızı turist otobüsü burada da var. İlginç olan diğerleri: Şehirde her adımda ufak bir mobilet olan tuk-tuk’ları görebilirsiniz. Bunların şoförüyle konuşup 1-2 saatlik tur atabilirsiniz. Bizim en şaşırdığımız seçenek, karada ve suda gidebilen Hippotrip! 3 dakika önce yanımdan geçen hipopatam benzeri otobüsü nehirde giderken ilk gördüğümüzde babamla şok olduk.
Ama en popüler ama size asla tavsiye etmeyeceğim seçenek 28 numaralı tramvay. Tüm Lizbon gezi yazılarında ve videolarında önerilen ilk şeylerden biri bu tramvay hattı. Çünkü Alfama, Baxia ve Bairro Alto’yu, yani üç turistik semtin sokaklarını dolaşıyor ve geçtiği sokaklar acayip yokuşlu. Buraları tek seferde, camdan etrafı seyrederek geçmek tabii mantıklı geliyor. Ama ilk durağından oturarak binmek için yaklaşık 2 saat kuyrukta beklemeniz gereken bu tramvay, aslında turistik bir taşıt değil! Şehir içi bir toplu ulaşım aracı, yani yerel halkın da gündelik ulaşım için kullandığı bir araç.
Daha ikinci durakta bu tarihi tramvay (İstiklal’daki tramvayın tek vagonlusu), ağzına kadar doluyor. Yer isteyen yaşlılar, hamileler ile 2 saatlik kuyruğun ardından tramvayda oturmanın ve etrafı gözlemleme isteğinin vicdani çelişkisi altında kalıyorsunuz. Otursanız bir azap, kalksanız zaten bırakın etrafa bakmayı o dik yokuşlarda ve kalabalıkta yerinde durabilmek bile bir meziyet! Biz dayanamayıp 10 dakika sonra indik ve heba olan 2-3 saatimize yandık. Bunun yerine paraya kıyıp tuk-tuk tutmak çok daha mantıklı veya kendinize güveniyorsanız bu hattın rotasını yürümek!
Merkezdeki semtler
Şehrin kalbinde Ticaret Meydanı yer alıyor. Tam ortasında Kral 1. Jose’nin devasa heykelinin bulunduğu bu çok geniş kare meydanı, ben antik kentlerdeki agoralara benzettim. Çünkü tek kenarı Tagus nehrine bakan meydana, eskiden tekneler yanaşıp kente girmeden mallarını pazarlarlarmış. Nehre bakan tarafta teknelerin yanaştığı merdivenler ve rampalar hâlâ duruyor. Tabii günümüzde burası nehri seyretmek için kullanılan turistik bir alan olmuş.
Kenti gezmeye başlamak için de, yapısını anlamak için de Ticaret Meydanı iyi bir başlangıç noktası. Sahilden, ortadaki heykele doğru baktığınızda arkasında görkemli bir tak (Arco da Rua Augusta) görüyorsunuz. Bu tak, şehrin esas giriş kapısı. Altından geçince de şehrin en işlek yaya yolu (yani İstiklal Caddesi) olan Augusta Caddesi’ne giriş yapmış oluyorsunuz. Bu cadde ve paralelindeki sokaklar tamamen turistik amaçlı kafeler, lokantalar, dükkânlardan oluşuyor. Caddenin bitiminde ise başka bir önemli meydan olan Rossio var. Sahilden Rossio’ya kadarki bölgeye de Baxia deniyor ve Lizbon’daki nadir düzayak semtlerden biri.
Rossio’dan içeri doğru çaprazlamasına giden iki ana arter başlıyor: Palma Caddesi (Rue da Palma) ve Cumhuriyet Bulvarı (Avenue da Liberdade). Anladığım kadarıyla tüm ulaşım hatlarına Rossio ve/veya Ticaret Meydanı’ndan ulaşabilirsiniz.
28 numara gibi nostaljik tramvay hatları sadece merkezde mevcut. Onun dışında otobüs, metro, tren, modern tramvay, asansör ve füniküler hatları ile gezebilirsiniz. Mesela şehrin önemli semtlerinden Bairro Alto’ya Baixa’dan asansörle (Elevador de Santa Justa) teoride birkaç dakikada çıkabilirsiniz. Ama pratikte asansöre binmek için en az 1 saat kuyruk beklemeniz gerekiyor. Biz bindik ve bizce değiyor. Çünkü diğer türlü oldukça dik yokuşları veya merdivenleri tırmanmanız gerekiyor. Ayrıca Baixa ile Bairro Alto dip dibe olduğundan ikisine birarada Chiado dendiğini ekleyeyim.
Portekizce’de ‘yüksek mahalle’ anlamına gelen Bairro Alto bizdeki Cihangir’e benzeyen, dar sokaklarında çeşitli dükkân, kafe, restoran, bar ve diğer eğlence mekânlarını barındıran bohem bir semt. Birkaç müze de burada, ayrıca yüksekte olduğundan çeşitli manzara izleme terasları ve parkları var. Mesela biz Pedro de Alcantara’da bir süre vakit geçirdik.
Şehrin başka bir önemli ve yokuşlu semti, Alfama. Semtin en tepesinde çevreye hakim konumu sebebiyle Araplar’ın inşa ettiği kale (Castelo de San Jorge) yer alıyor. Girişi ücretli olan kalenin kapısına kadar biz otobüsle çıktık. Aslında otelden üç durak gittik sadece ama o kadar tırmandık ki bindiğimiz iyi olmuş. Kale içi o kadar yokuşlu değil, aslında içeride çok matah bir şey de yok ama şehre her açıdan tepeden bakabiliyorsunuz. Ayrıca birkaç tavuskuşu yaşıyor içeride ve gözlemlemek de hoş oluyor. Görsel olarak çok ilgi çekici olan bu hayvanın sesi de bir o kadar garipmiş meğerse. Kaleyi gezdiğimiz gün bayağı yağışlı olduğundan biz yapamasak da Alfama’nın daracık sokaklarını yavaşça arşınlamanızı tavsiye ederim. Bu semtte de bir sürü eski kilise, dükkanlar, kafeler, fado mekânları ve müzeler bulunuyor.
Belem
Merkeze uzak olsa da şehrin en popüler semtlerden olan Belem’e gidiş çok kolay. Tam Ticaret Meydanı’dan geçen 15E tramvayı (bu hattaki modern ve konforlu) ile yaklaşık yarım saatte varılıyor. Belem’de görülecek yerler birbirine yakın olsa da belli bir sıralamayı takip etmek yararlı oluyor. Bu sebeple Lg. Princesa durağında tramvaydan inip sahile yürürseniz karşınıza Unesco Dünya Mirası Listesi’nde bulunan Belem Kulesi (Torre de Belem) çıkacak. Gotik tarzdaki kule, Lizbon’a gelen gemileri karşılamak ve kontrol etmek için inşa edilmiş. Biz bu ufak kuleye girmedik.
Kuleden 10 dakika yürüyerek ulaşılan şehrin başka bir sembolü ise Keşifler Anıtı (Padrao dos Descobrimentos). Portekiz’in altın dönemi olan coğrafi keşifleri yücelten abide, yelken açan bir gemi olarak tasarlanmış. Anıtın iki tarafından da görülen en ucunda bu dönemi başlatan kişi olan Kral Denizci Henry yer alıyor. Onun arkasında, iki tarafa dağılmış halde bu dönemde veya sonrasında yaşamış ünlü Portekizliler yer alıyor. Vasco da Gama ve Macellan bizim de bildiklerimizden. Anıtın önünde, yerde de Portekiz’in fethettiği yerleri ve yıllarını gösteren kocaman bir dünya haritası var.
Keşifler Anıtı’ndan içeriye doğru baktığınızda, Unesco Dünya Mirası Listesi’nde bulunan başka bir mimari eseri göreceksiniz. Jeronimos Manastırı (Mosterio dos Jeronimos) 16. yüzyıl boyunca (neredeyse 100 yılda) inşa edilmiş gotik bir şaheser. Gittiğimiz gün kapalı olduğundan içerisine giremedik fakat dış cephesi bile görkemli. Yüzyıllarca kraliyet ailesinin ve Vasco da Gama gibi önemli kişilerin istirahatgâhı olarak da kullanılan binanın yapımı için Afrika ve Asya’dan gelen vergilerden yılda 70 kilo altın harcanmış.
Yazının en başında sorduğum soru, böylece biraz olsun açıklığa kavuşuyor. İspanya ile dünyayı iki bölüşen bu küçük ülke; elde ettiği sömürüyü manastır, kilise ve kule gibi kendisini daha da üstün gösteren yapılara, diğer deyişle ranta harcamış. Bu arada reform hareketinden sonra Avrupa’da sekülerizmi perçinleyen en önemli olay da Lizbon’da meydana geliyor: 1 Kasım 1755’te, Lizbon halkının Azizler Günü sebebiyle kiliselerde toplandığı sırada büyük bir deprem oluyor. Lizbon’un neredeyse tamamen yıkıldığı (Jeronimos Manastırı zarar görmeyen nadir yapılardan) afet sonrası insanlar, yortu gününde kilisede dua eden insanları öldürebilen tanrının varlığını sorgulamaya başlıyor. Deprem bilimini akademide başlatan da bu olaydır.
Depremin akabinde gerçekleşen Fransız İhtilali’nin de etkisiyle sekülerleşme Portekiz’de 1820’lerde resmileşiyor. Bu durum kilise ve manastırların da kendi giderlerini karşılaması anlamına geliyor. Böylece Portekiz’in en ünlü yiyeceği nata’nın hikâyesi başlıyor.
Jeronimos Manastırı’nda yaşayan din insanları kıyafetlerini kolalamak için yumurta beyazı kullanırlarmış. Kalan yumurta sarılarını da israf etmemek için yemeklerde kullanmışlar. Tam adı pastel da nata (pastel de Belem de deniyor) olan bu tatlının ilk defa 18. yüzyıldan önce manastırın mutfağında, bu artık yumurta sarılarıyla yapıldığı biliniyor. 1820’lerde devrim olunca gelir elde etmek için keşişler tatlıyı dışarıya satmaya başlıyor. 1834’te ise manastır tamamen kapanıyor ve tarifi bir şeker fabrikasına satıyorlar. Fabrikanın sahipleri de 1837’de manastırın hemen yanında Fabrica de Pasteis de Belem isminde bir dükkân açarak bu tatlıyı satmaya başlamışlar. Dükkân hâlâ aynı konumda hizmet veriyor ve sahipleri de aynı ailelere mensupmuş. Orijinal tarifin büyük bir gizlilikle korunduğu iddia ediliyor. Bu harika lezzet hakkında düşüncelerimi aşağıda ele alacağım.
Yemek kısmına geçmeden son olarak LX Factory’ye değineceğim. Baixa ile Belem’in tam ortasında yer alan mekân; eski bir fabrikanın dönüştürülmesiyle oluşturulmuş, daha çok genç kuşağa hitap eden ve içerisinde mağaza, kafe ve barlar bulunan bir kompleks. Duvarlarda çeşitli murallar var. Lizbon’un modern hâlini görebileceğiniz merkezdeki nadir yerlerden.
Yemek: Mekânlar, lokal lezzetler ve tabii nata
Okyanus kıyısı boyunca uzanan Portekiz’de doğal olarak esas malzeme, deniz ürünleri. Sardalya, morina, mezgit ve tuna başta olmak üzere balık çok tüketiliyor. Ayrıca ıstakoz, yengeç, kalamar, midye gibi deniz kabukluları da çeşitli şekillerde yeniyor.
Şehrin popüler restoranlarına gidebilmek için rezervasyon şart. Ama Michelin yıldızı olmayanlar bile kişi başı 25€ rezervasyon ücreti isteyebiliyor. Yani şehirde bu tarz isimli ve hatta yıldızlı restoranlara gitmek istiyorsanız, gitmeden önce karar vererek ücretli şekilde rezervasyon yaptırmanızı öneririm. Ayrıca akşam yemeği servis eden restoranların genelde 18:30’dan sonra açılmaya başlandığını ekleyeyim.
Mekanlara geçmeden fado restoranları konusunu da yazayım. Fadonun doğduğu yerin Lizbon olduğu kabul ediliyor. Dolayısıyla bilhassa Alfama ve Bairro Alto’da bir sürü fado icra edilen restoranlar var. Bunların kalitelileri, rezervasyonla çalışıyorlar ve kişi başı ücretler de 50€’dan başlıyormuş. Bunların dışında, salaş veya daha amatörlerin söylediği mekânlar da buldum ama buralarda da oturma imkânı sınırlıymış ve genelde ayakta dinleniyormuş. Ben Porto’da ayarladığım için Lizbon’da fado dinlemedik.
Bizim en beğendiğimiz yer, aslında bir yiyecek kompleksi olan Time Out Market Lisboa’da bulunan Azul oldu. Eski bir hâlden dönüştürülen Mercado da Riberia pazar alanına ünlü şehir dergisi Time Out sponsor olmuş. Komplekste bir sürü lokanta, kafe, dükkân var ve bazısı, Azul gibi Lizbon’da zincir olan lokantaların şubeleri. Kompleksin ortasında oturma yerleri var ve istediğin yerden self servis alıp oturabiliyorsunuz ya da kenarlardaki mekânların dış cephelerinde, kendilerine ait masalar var.

Azul, dış cephesi de olan bir deniz ürünleri restoranı. Biz ortaya alıp paylaştık her şeyi. Yengeç, kalamar tava, midye kızartma, patates kızartması ve salata aldık. Hepsi gayet lezizdi ama değişik geldiğinden yengece bayıldık. Bu arada Lizbon’da her mekânda bulunan bira markaları Bock ve Imperial. İkisi de iyi birer lager.
Time Out Market bir sürü farklı lezzet barındırdığından birden fazla kez rahatlıkla ziyaret edilebilir. Biz ilk nata’mızı buradaki Manteigaria’dan yedik mesela. Ayrıca Time Out’un tam yanında Jardim Dom Luis adında şirin bir park var ve biz gittiğimizde içinde küçük bir pazar kurulmuştu. Bir tezgâhtan taze mango suyu alarak parkta biraz dinlendik ve ortam -hafif yağışa rağmen- cıvıl cıvıldı.


İlk günün akşamı acayip yorgun olduğumuzdan otele yakın turistik bir lokantada yedik. Augusta Caddesi üzerindeki Concha d’Ouro turist kazıklayacak havasına rağmen gayet iyiydi. Ahtapot, kalamar, karides gibi deniz ürünleri söyledik (üstteki resimler). Lezzet olarak ortalama üstüydü, hesap da makul geldi.
İkinci akşam için iki hafta önceden Pateo – Bairro do Avillez’de ücret ödemeden rezervasyon yaptırmıştık. Bairro do Avillez, Michelin yıldızlı şef Jose Avillez’e ait, farklı konseptler barındıran bir restoran kompleksi. Bir sürü restoranın şefliğini paralel yürüten Avillez’in esas mekânı 2 Michelin yıldızlı Belcanto. Pateo, 18.30’da açılıyor ve Portekiz mutfağına özgü yemekleri servis ediyor. Öncelikle restoranın atmosferi çok iç açıcı, tavandaki açıklıktan gelen güneş ışığı çiçeklerle süslenmiş mekâna apayrı bir çekicilik katıyor.
Biz çok lezzetli patlıcanlı bir başlangıç aldıktan sonra birer ana yemek aldık. Ben ızgara ahtapot alarak güvenilir bir seçim yaptım, biraz diri bulsam da (muhtemelen doğrusu budur) memnun kaldım. Babam mısır unuyla kızartılmış morina, annem ise deniz ürünleriyle pişirilmiş pilav aldı. Damla ise lokal bir yemek denemek için shrimp açorda aldı ama karidesli, çili biberli, sarımsaklı ve en son çiğ yumurtayla servis edilen yemeği hiç beğenmedi. Finali taze meyveli bir merenge ile yaptık. (Alttaki resimler) Michelin yıldızlı olmasa da Portekiz mutfağını denemek isteyenlere öneririm. Rezervasyon şart, 18:30’da açılan mekânda 19:00’da masa yoktu.





Son akşamımızda biraz bilindik sularda yüzelim istedik, Baixa’da şirin bir İtalyan restoranı bulduk. La Vita e Bella gayet leziz İtalyan tatları sunuyor. Ben pizza aldım, gayet güzeldi. Babamın bitiremediği carbonara’dan da tattım, hoştu gayet. Biz 19:00 olmadan gittiğimizde az masa doluydu ama kalkarken içeride yer yoktu. İtalyan mutfağı sevip lokal tatlarla pek arası olmayanların aklında olsun.
Dondurmaseverler için zincir olan Amorino’yu öneririm. İtalyan tipi dondurmayı Samsun’daki gibi çiçek şeklinde servis ediyor. Portekiz’de vişne yetişmemesine rağmen ginjinha denilen vişne likörü pek meşhur. Rossio’nun bir kenarında yer alan A Ginjinha ise her turistin bu likörden tattığı bir büfe. Shot bardaklarda yapılan servis o kadar fazla ki büfenin önü yapış yapış olmuş. Bir an yürüyemeyeceğinizi sanıyorsunuz. Bir de neredeyse her mekânda, morina balığından ve patatesten yapılan bir tür içli köfte diyebileceğim pasteis de bacalhau’yu tadabilirsiniz. Ben pek hoşlanmadım ama giderseniz tatmanızı öneririm.
Son olarak gelelim en sevdiğim lezzet olan nata’ya. Çocukluğundan beri muhallebi ve sütlaç seven biri olarak nata’yı sevmemem imkansız zaten. Avuç içi kadar açılmış çıtır milföy hamurunun içine ılık muhallebi konulduğunu ve üzerinin yandığını düşünün. Tarihini yukarıda yazdım. Portekiz’de her yerde nata bulmak mümkün. Fırınlarda, marketlerde, büfelerde…
Ama ben üç dükkân önereceğim. İlki zaten orijinal tarife sahip olan Fabrica de Pasteis de Belem. Bu mavi azulejolu dükkânda iki kuyruk oluyor. Manastıra yakın kuyruk, alıp gitmek için. Diğeri, içeride oturmak için. Biz bilmediğimizden ilkine doğrudan daldık. Ama sorun olmadı, dükkânın karşısındaki parkta yeşiller arasında yedik. Diğer ikisi ise zincir, Manteigaria ve Fabrica de Nata. Bence bu üç dükkânın natası da birbirine çok yakın. Olay zaten hamurun çıtırlığında, muhallebinin kıvamında ve üzerinin yanıklığında. Bu üç yerin haricinde yediklerimizde en az bir parametrede eksiklik vardı.
Bu arada natayı çok merak edenlerin illâ Portekiz’e gitmesine gerek yok. Başka bir Portekiz zinciri (Nata Lisboa) Galata’da şube açmış. Dönünce denk geldi natasını yedik, çıtırlığı gayet iyi olsa da muhallebi kıvamını sevmedik, bariz tuzluydu nedenini çözemedik. Ama asıl sürprizi Sarıyer’in ünlü Kireçburnu Fırını’nda yaşadık. Hamuru orijinalini aratsa da gayet iyi bir nata yapıyor ve bizim eve bile getiriyor!
Kısacası…
Sonraki yazımda Porto’ya yaptığımız tren yolculuğunu ve Porto izlenimlerimi yazdım. Portekiz hakkındaki genel fikirlerimi de o yazıda toparladım. Lakin Lizbon’u özetlemek gerekirse, gezmekten gayet memnun kaldığımı yazabilirim. Kesinlikle kendine has bir havası var. Biraz Avrupa, biraz Afrika, biraz Akdeniz, biraz okyanus. Hepsine özgü yanları olsa da farklılıkları da var.
Şunu da belirtmem gerek: İlk defa, gezdiğim bir Avrupa şehrinde müzeye gitmedim ve daha da ilginci, gitme ihtiyacı da duymadım. Zaten Lizbon açık hava müzesi gibi. Azulejolu binalar ve yokuşlu topografya attığınız her adımı farklı kılıyor.
Lizbon bu sebeple de ilginç bir kent. İki günde yukarıda yazdığım yerleri rahatlıkla görebilirsiniz. Ama beş gün de kalsanız vaktinizi dolu dolu geçirebilirsiniz. Birkaç müzeye gidersiniz, Sintra ve Cascais gibi turistik banliyöleri gezersiniz, yazsa okyanusta (banliyölerde plajlar var) yüzersiniz, Tagus’un karşısında Almada diye sanırım orta ve alt sınıfın yaşadığı bambaşka bir kent var, fado geceleri var, -izlediğim kadarıyla- çok canlı ve eski bir caz kültürü var (Avrupa’nın en eski caz barı sanırım Lizbon’da). Yani uzaktan öyle görünmese de Lizbon’da hayat var. Bilhassa tarihi ve şehir kültürünü sevenlerin hoşlanacağı bir hayat.
Son olarak, Tagus nehir hattının aktif olarak kullanılmamasına biraz şaşırdık doğrusu. Kıyıda hiç kafeler, restoranlar ya da yürüyüş yolları yok. Sanırım nehir/okyanus kıyısı kullanımı banliyölere ve Porto’ya bırakılmış.
Fotoğraflar: Damla Kotiloğlu Bötke ve Artun Bötke
-
01/08/2024, 20:40Portekiz II: Porto İzlenimleri | Artun'un Karalama Defteri




























Son Yorumlar