Arşiv
Son 15 Yılın En İyi 15 Filmi
En uzun süre takip ettiğim dergi olan Sinema, 15. yılı şerefine özel bir anket eşliğinde özel bir sayı yayınladı. Ankette biz, okuyuculara ‘Son 15 yılın en iyi 15 filmi’ni sordular. Gelen cevaplardan da en iyi 100’ü çıkarmışlar.
Ankete, doğal olarak ben de katıldım. Önce 45 filmlik bir liste çıkardım. Bu listede tek eksik sonradan aklıma gelen Big Fish’ti. Bu güzelim filmi unutarak 45 filmi 15’e indirip sıraya koydum ve gönderdim. İşte listem budur:
1) Donnie Darko
2) Hable con ella (Talk to Her)
3) Sen to Chihiro no kamikakushi (Spirited Away)
4) Lord of the Rings: Return of the King
5) High Fidelity
6) The Dark Knight
7) Across the Universe
8) La Fabuleux Destin d’Amelie Poulain
9) Eternal Sunshine of the Spotless Mind
10) Fargo
11) Ameros Perros
12) Before Sunrise
13) Oldboy
14) The Big Lebowski
15) Chasing Amy
Geçen hafta özel sayıyı elime aldığımda listemden bazı filmlerin ilk 100’e giremediğini gördüm ve üzüldüm. Bilhassa High Fidelity ve Before Sunrise’dan çok umutluydum çünkü seveni çoktur, her ne kadar kendine özel olsalar da. Chasing Amy’nin listede olmasını zaten beklemiyordum çünkü izleyen çok azdır. Ama mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Çok değişik bir romantik-komedidir, piyasadakilerle alakası yoktur. Keza Across the Universe de listede yok!
Öbür türlü benim de listeme giremeseler de ilk 100’de olmasını umduğum birkaç film daha vardı: Casino Royale ve The Bourne Identity bunların başındaydı. Buna karşın Twilight saçmalığı listeye girmiş, üstelik 44. sırada! Görünce ağlayacaktım. A Beautiful Mind, La Vita e Bela, Forrest Gump, V for Vandetta gibi piyasa güzellikleri de haksız biçimde üst basamaklarda. Bununla beraber Türk filmlerinde de bir abartma var: Babam ve Oğlum neyse de, Issız Adam saçma bir sürprizdi.
Son olarak şunu söylemeliyim Matrix 3. sırayı alacak kadar iyi bir film değildir. İşte derginin en iyi 15’i:
1) Fight Club
2) The Shawshank Redemption
3) Matrix
4) The Lord of the Rings: The Return of the King
5) Pulp Fiction
6) The Dark Knight
7) The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring
8) Braveheart
9) Se7en
10) Forrest Gump
11) The Usual Suspects
12) Titanic
13) Gladiator
14) Oldboy
15) Leon: The Professional
Sinemasal Sayıklamalar – #4
- Şu sıralar eve bolca film izler oldum. Bunun sebebi hafif bunalım takılmam mı, bilemiyorum. Ama eskilerle yeniler arasında bayağı mekik atar oldum.
- 80’lerin en popüler filmlerinden, hatta filmi geçin vakalarından Flashdance’ı izledim. MTV ekolünün sinemaya ilk yansımasıdır sanırsam. 83 ve 84’te bir sürü yeniyetmenin duvarını Jennifer Beals posterleri süslüyordur eminim. Ama kız film çekerken Yale’de (sanırım hukuk) okuyormuş. İşte ABD farkı budur, hem güzel hem kültürlü hem de popüler. Filmde ise pek bir şey yok. Ama kendini izlettiriyor kesinlikle. 83’te genç olsaydım filme hayran kalabilirdim herhalde. Müzikleri süper çünkü. ‘What a Feeling’ ile ‘Maniac’ı arka arkaya çalması bile yeter. Ayrıca nasıl bir fanteziyse film, esas kızımız hem dansçı hem kaynakçı (bildiğiniz oksijenli metal kaynağı işte)!
- Hani şöyle filmler vardır ya: Kentin varoşlarında bir okul vardır; öğrenciler umursamaz, çete üyesi, vb.; öğretmenler de kendi hallerinden şikayetçi; sonra bir öğretmen gelir, bir sınıfla sorun yaşasa da finalde sınıfı mum yapar. Düzinelerce örneği vardır. İşte bu türün ilk örneğini izledim: The Blackboard Jungle. 1955 yapımı siyah-beyaz bir film. Renkleri eskimiş ama film taş gibi. Türün tüm klişeleri bu filmden araktır diyebiliriz. Müzikle yola getirme fikri mesela. Öğrenciler çok iyi döktürmüş, aralarında Sidney Poitier var örneğin. Şarkılar da ayrı bomba. ‘Rock Around the Clock’ bu film için yapılmış meğerse. Küçük bir cevher yani.
- 2009’a gelelim biraz da: Duplicity’yi izledim, sırf Julia Roberts-Clive Owen ikilisi için. Olmamış. Tony Gilroy harika bir senarist ama bu sefer elindekini o kadar karıştırmış ki konuyu anlayayım derken eğlenemiyorsunuz ve film eğlencelik diye çekilmiş! Roberts’ın devri geçti de Owen böyle rollerle kendini harcıyor.
- Adventureland’ı herkese öneririm. Çünkü hiçbir yerde ismi duyulmamasına rağmen gayet güzel bir film. Nick&Norah’s Infinite Playlist de aynı dertten mustaripti. Gençlik filmi diye kaale alınmıyorlar lakin çoğu yetişkin filmine 10 basarlar. Hele N&N! Adventureland, aşkın realitesini çok iyi yansıtıyor. Sorunu klişeleri fazla kullanması. Ama 87’de geçerek ve dönemin enfes şarkılarını arkadan dinleterek bizi bizden alıyor.
- Eskilere yine dönelim: Bambi’yi izledim. Bilmeyeniz varsa Walt Disney’in en başarılı animasyonudur. Yurt dışında izlememiş çocuk yoktur! Bir geyiğin olgunlaşma macerasıdır anlatılan, hafif hüzünlü hafif gerilimli. Ama o kadar tutmadım filmi. Fazla naif geldi bana. Mesela geyiklerin başı Bambi’nin babasıymış meğerse (öyle okudum), ama filmde baba hiç oralı değil. Ayrıca koca ormanda en büyük hayvan geyik ve tek düşman insan! Tamam insan kötüdür ama bunun aslanı, yılanı, kaplanı var!
- Stalag 17’de güzel bir 2. Dünya Savaşı öyküsünden gayrı elle tutulur bir şey bulamadım. Robert Strauss’un harika oyunculuğu tüm filmin önünde bence.
- Yine Billy Wilder’ın çektiği The Lost Weekend’i izledim yine. Filmle ilgili en ufak bilgim yoktu izlemeden önce. Kara film izleyeceğimi ummuştum. Bir alkoliğin sayıklamalarını izledim 100 dakika boyunca. Yine de fena değildi. En beğendiğin sahneyse Don’un kapıyı zincirlemeye uğraşırken nişanlısının yedek anahtarı bulmaya çalışması ve burada yaratılan olağanüstü gerilim. Billy Wilder gerçekten çok büyük bir usta.
- Daha da eskilere gidelim. Yıl 1923, filmin adı Safety Last! Bir tezgahtarın köşeyi dönme maceralarını komediye döküyor. Film sessiz tabii ki de. Harold Lloyd amcamın en önemli filmi. Şarlo’nun yandan yemişi diyebiliriz. Ama onun kadar komik değil, bana kahkaha attıramadı. Halbuki Chaplin her zaman 1-2 kahkahayı garantiler. Yine de film hoş bir komedi. Güzel gaglar (durum komedisi, sitcom’un atası) yakalamışlar, hatta bazıları bizim salak sitcomlara 100 basar.
- 2003’e ilerleyelim: School of Rock, hep izlesem mi izlemesem mi diye ikileme düştüğüm bir film olmuştur ve izledim en sonunda. Başlarda çok sıktı, kendime “İzlememeliydin!” dedim ama sonlara doğru beli doğrulttu. İyi ki izlemişim!
- 2009 ile bitirelim: Romantik-komedilerde şöyle bir yapı vardır: Hiç ciddi bir ilişkisi olmamış erkek/kız bir gün biriyle tanışır, ya çıkmaya başlarlar hemen ya da biraz aşk acısı çekilir; sonra tam işler yoluna girmişken, bir olay olur ve çift ayrılır; finalde de yeniden birleşirler. İşte I Love You, Man bu yapıyı alıp iki heteroseksüel erkeğin kanka haline geliş sürecinin üzerine kuruyor. Bunu da gayet hoş ve yer yer kahkaha attırarak yapıyor. Böylece yılın en hoş komedilerinden biri oluveriyor.
Sinemasal Sayıklamalar #3
- Fark ettim de sinema üzerine yazmayalı uzun zaman olmuş. Biriktirmeyi sevmeye başladım galiba. Ama unutma sorunu da vuku buluyor ki bazı filmler yazılmadan geçiliyor.
- Uzun yıllardır izlemek isteyip kopyasını edinemediğim Robert Altman başyapıtı Nashville’i uzun uğraşlar sonucunda buldum ve izledim. Açıkçası beni pek heyecanlandırdığı söylenemez. Bundaki esas neden country müzik sevdalısı olmamamdır. Film, başlı başına bir saygı duruşu çünkü. Ama şu bir gerçek ki Altman hayran olunacak bir yönetmen. Belgesele bu kadar yakın ve bu kadar içten bir eser yaratması harikulade.
- Geçen haftalarda bir notumda herkesin farklı bir dünyası olduğunu yazmıştım. İşte Notorious da bunu anlatıyor. Brooklyn’li gençlerin ve dolayısıyla Amerikan rap piyasasının bizim dünyamızdan çok farklı bir yaşam biçimi var. Sanki bambaşka bir gezegende yaşıyorlar. Notorious’u salt bu dünyayı gözlemlemek için izleyebilirsiniz, rap müzikten nefret etseniz bile.
- Geçen yılın Altın Palmiye sahibi Entre les Murs’u yeni izleyebildim. Bakalım Haneke’nin yeni filmini ne zaman izleyebileceğim. Filme dönersek, tek özelliği doğallığı ama bunu öyle bir kullanıyor ki hem zamanı geçiriyor hem de ortaya bir sinema eseri çıkarıyor.
- Bernardo Bertalucci’nin ünlü filmlerinden Last Tango in Paris’i de yaklaşık 10 gün önce izledim. Film belki başyapıt değil lakin kendi içinde çok nitelikli. Bir kere Marlon Brando’ya sahip ve Brando filmde coşuyor resmen. Oyunculuk şovu yapıyor ki öyle böyle değil. Bazı sahnelerde her şeyi bırakıp Brando’yu izledim ki bu, film adına bir eksi. Öte yandan tamamen bir Bertalucci fantezisi izliyoruz, hafif açık seçik. Ama ben daha çok açıklık var diye okumuştum, gayet normal ve kararında geldi.
- Transformers’ın devam filmi sinemalardayken ben daha ilk filmi izledim. Evet, film eğlenceli ve komik ama Michael Bay baltalamak için elinden geleni yapmış. Açık söyleyeyim, Spielberg yapımcı olmasa bu filmin yüzüne bakılmazdı. Spielberg bilindik temalarıyla günü kurtarıyor ama sadece günü kurtarabiliyor.
- Megan Fox kadar itici bir arzu nesnesi görmemiştim. Bu kadar ruhsuz oynanıp, bu kadar sevimsiz olunabilir. Hollywood’da güzel mi kalmadı kardeşim? Kız, çirkin denebilecek kadar berbat!
- Dayanamadım ve Up’ı korsan çekimiyle izledim. Ama bu Pixar’ın hatası, Avrupa’ya 5 ay sonraya gönderirsen filmi böyle olur. Bak Ice Age 3’e tüm dünyada aynı gün vizyona girdi, sinemada izledim.
- Up, Pixar’ın en iyilerinden değil ama bir Pixar filmi olarak keyifle izleniyor. Hele filmdeki amcamızın evlilik hayatını anlatan sessiz 3-4 dakikalık kurgu var ki harikulade. Tüm film böyle olsa enfes bir deneyim olurdu. Filmde beni rahatsız eden esas nokta konudaki bariz saçmalıklar. Belki bir animasyon olarak kabul edilebilir ama ana kahramanları insan olan bir filmde mantık aranmalı bence. Koca evin balonlarla uçup, ta Güney Amerika’ya varması fikri bana cazip gelmedi. Pixar daha dahiyane fikirler üretmeli.
- Ice Age 3, işi tamamen stand-up’a döküyor. Espriler çok iyi. Filmlere göndermeler yapılmış. Hepsi güzel de sinema filmi olarak halefini taklitten öteye gidemiyor. Bariz ticari olarak yapılmış. Her Hollywood filmi belki öyle ama çok belli ediyor. Üstelik artık Scrat da kabak tadı vermeye başladı, Jerry’yi bir türlü yakalayamayan Tom’a dönüşüyor.
- Dün akşam ikinci defa Nuovo Cinema Paradiso’yu izledim. Mükemmel! Hayatımın filmlerinden birisi. Ayrıca sinema aşkını filme yansıttığı için daha özel bir yere sahip.
- Cinema Paradiso’nun esas vurucu gücü sahiciliği! Hikayesi o kadar gerçek ve onu o kadar içten ve sıcak anlatıyor ki vurulmamak elde değil. Ennio Morricano imzalı müzikleri, harikulade bir sanat yönetimi, doğal oyunculukları da cabası. Düşünüyorum acaba benim Top 4 filmim, Top 5 mi olsa?
Sinemasal Sayıklamalar – #2
- En sonunda Wolverine‘ı izledim. ‘Başlangıç’ı vaat ediyordu lakin 1800lerden başlayacağı aklıma gelmezdi valla. Sonra hemencecik bir aksiyon filmine evrildi lakin özgün bir sesi olduğunu düşünmüyorum. Eğlencelik bir filmin ötesine geçemiyor, Magneto‘dan daha iyisini bekliyoruz.
- Bir cumartesi sabahı da De Sica’nın Umberto D.‘sini (1952) aradan çıkartayım dedim. İzlemekle kazandığım bir şey olmadı bence. De Sica, emekçinin tükenişini harika vermiş, evet ama 21. yüzyılda bu bana bir şey ifade etmiyor. Umberto Amca’nın tükenişinden çok bu hale nasıl geldiğini düşündüm. Bir haltlar yemese 15000 liretlik borcu olmazdı amcamın. O hizmetçi kız da önünü gelen askerle yatmasa hamile kalmazdı. Ben mi çok kapitalist düşünüyorum? Valla dünyamızın düzeni film izlememizi bile etkiliyor ya, pes yani!
- Terminator: Salvation‘a da sinemada gittim. Önce Şenay Aydemir’den bir alıntı: “Bu ay gösterime girecek olan Terminatör: Kurtuluş‘un izleyebileceği iki yol var: Ya ilk iki filmi ve diziyi takip ederek kendi mitolojisini yazmayı sürdürecek ve uzlaşmaya gidecek yolu bulacak; ya da üçüncü filmdeki gibi, bütün bunları bir kenara itip, kaba bir görsel şölen eşliğinde makinelerle insanların savaşını anlatacak.”* Ve film kesinlikle ikinci şıkkı seçiyor!
- Guillermo Arriaga’nın ilk yönetmenlik denemesini de merak ettim. Fena değildi. 1.5 saatimi boş geçirtmedi lakin Arriaga’nın kan kaybettiğini gördüm. Sorun yönetmenliğinde değil, senaryodaydı çünkü! Zaten Arriaga’nın senaryolarından** çekilen tüm filmler tamamen senaryoya bağlı oluyor. The Burning Plain de farklı değildi. Bu sefer zamanı oynatmaya çalışan Arriaga, filmin ortasından itibaren gizemi kaybederek vasatlığa çekiyor filmi. Halbuki önceki tüm senaryolarını harika yapan öğe, finale dek kaybolmayan gizemdi!
- Christian Bale’i bir de American Psycho‘da izledim. Umduğumdan kötü çıktı film. Bugüne kadar izlememekte haklıymışım. Yalnız kapitalizm sonunu göstermesi açısından güzel bir film ama yönetmen onu da tam belirtemiyor.
- Terminator ve American Psycho‘dan sonra şunu gördüm ki Christian Bale, değil bir De Niro ya da Pacino; bir Depp bile olamaz. Sadece 2000’lerin iyi bir aktörü, o kadar.
*: Altyazı, Haziran 2009, ‘Terminatör: Kurtuluş: Makinelerin Sözü Daha Bitmedi’ – Şenay Aydemir
**: Babel, 21 Grams, Ameros Perros ve The Three Burials of Melquiades Estrada
Sinemasal Sayıklamalar
- Coraline, iki arada bir derede sanki. Bir şeyleri eksik. Konunun karamsarlığıyla çocuk filmi yapmanın çelişkisi sanki olay. Demek ki The Nightmare Before Christmas’ın esas beyni Tim Burton’muş gerçekten. Henry Sellick ise zanaatkardan mürekkep.
- Aslında çocuk filmi sınırları da gayet esneyebilir. Gerçekten kaliteli bir filmi, ben de izlerim çocuklar da. Ayrım yapmaya gerek yok! Bir Finding Nemo, bir Ice Age buna harika bir örnek.
- Total Film’in internet sitesi gerçekten şahane. Bilhassa ‘features’ (kategoriler) bölümü çok iyi. Geçenlerde ‘Sinemayı Etkileyen 67 Film’ seçkisi hazırlamışlar ki, bu alanın en iyi çalışmasıydı bence. Ama incelemek için ‘casual’ (simple değil) İngilizcenizin iyi olması gerekiyor. Bol argolu ve kısaltmalı bir İngilizcesi var, dergilerdeki gibi.
- Ama hard copy (basılmış) dergi olarak Empire, Total Film’den daha iyi.
- 10 Things I Hate About You, potansiyelini boşa harcamış bir gençlik romantik-komedisi. 80’lerde bu tür o kadar başyapıt üretti ki yeterli tatmini sağlamıyor. Ama eğlenceli gayet.
- Bu ayki Altyazı sayısında, Orhan Gencebay hakkında harika bir dosya var. Arabesk, onun hayatımıza izdüşümü ve doğal olarak sinemamıza olan etkisi gayet derli toplu bir vaziyette analiz edilmiş. Sırf bu dosya için bu sayı alınır.
- Geçen hafta nihayet bir Otto Preminger filmi seyredebildim: Anatomy of a Murder’ın tek farklı özelliği, adında belirttiği üzere cinayetin analizin yapması ve kararı seyircilere havale etmesi. Lakin bu, gayet zor bir senaryo ve cesaret gerektiriyor. O yüzden film bir başyapıt!
2008’de İzlediğim Filmler
Aşağıdaki liste 2008 yılı içerisinde Türkiye’de veya yurtdışında gösterime giren yada festivallerde gösterilen filmlerden oluşmaktadır. ‘(b)’ kısaltması bilgisayarda izlediğim anlamına gelmektedir. ‘x2’ simgesi sinemada 2 kere izlediğim anlamına gelmektedir.
Dikkat, Şehvet (Lust, Caution/Se, Jie) – Ang Lee ***1/2 (b)
Ben Efsaneyim (I am Legend) – Francis Lawrence *** (b)
Benim Aşk Pastam (My Blueberry Nights) – Wong Kar Wai ****
Juno – Jason Reitman **** (b)
Kaldırım Serçesi (La Mome) – Olivier Dahan ** (b)
I’m Not There – Todd Haynes **1/2 (b)
Ulak – Çağan Irmak ****
Şeytan Duymadan Önce (Before the Devil Knows You’re Dead) – Sidney Lumet **** (b)
Across the Universe – Julie Taymor ****1/2 (b)
ŞUBAT
Away From Her – Sarah Polley **** (b)
Avukat (Michael Clayton) – Tony Gilroy ***1/2 (b)
Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı (The Assassination of Jesse James By the Coward Robert Ford) – Andrew Dominik **** (b)
Charlie Wilson’un Savaşı (Charlie Wilson’s War) – Mike Nichols *** (b)
In the Valley of Elah – Paul Haggis ***1/2 (b)
Sweeney Todd: Fleet Sokağının Şeytan Berberi (Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street) – Tim Burton ***1/2 (b)
Margot at the Wedding – Noah Baumbach ** (b)
Into the Wild – Sean Penn ***1/2 (b)
Kıyamet Öyküleri (Southland Tales) – Richard Kelly *
Kan Dökülecek (There Will Be Blood) – Paul Thomas Anderson ****
Lars Sevince (Lars and the Real Girl) – Craig Gillespie **** (b)
Şimdi ya da Asla (The Bucket List) – Rob Reiner ***1/2 (b)
3×3 (The Nines) – John August ****1/2 (b)
Siz, Yaşayanlar (Du, Levande) – Roy Andersson ****1/2
MART
Benimle Evlenir misin? (27 Dresses) – Anne Fletcher **1/2 (b)
Kalbinin Sesini Dinle (August Rush) – Kirsten Sheriden ***1/2 (b)
Yitirdiğimiz Şeyler (Things We Lost in the Fire) – Susanne Bier *** (b)
Kolera Günlerinde Aşk (Love in the Time of Cholera) – Mike Newell **1/2 (b)
Bakış Açısı (Vantage Point) – Pete Travis ***1/2 (b)
NİSAN
Define (King of California) – Mike Cahill ***
Bir, İki (Yi yi) – Edward Yang ****
Ulzhan – Volker Schlöndorff **1/2
Gölgeler (Senki) – Milcho Manchevski ****
La Leon – Santiago Otheguy *
Savage Ailesi (The Savages) – Tamara Jenkins ***1/2
Çocuk Yönetmen (Boy Director) – Woo-Yeol Lee **
Bir Sarışının Aşkları (Lasky Jedne Plavovlasky) – Milos Forman ****
Dante 01 – Marc Caro ***1/2
Lütfen Başa Sarın (Be Kind Rewind) – Michel Gondry ***
Denizanası (Meduzot) – Shira Geffen & Etgar Keret **1/2
Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu – Engin Ayça ****1/2
Alexandra – Aleksandr Sokurov **1/2
Köstebek (El Topo) – Alejandro Jodorowsky ***
Tatil Kitabı – Seyfi Teoman ***1/2
Anayurt Oteli – Ömer Kavur *****
Kör Dağ (Mang Shan) – Yang Li ****
Nokta – Derviş Zaim ****
Banka İşi (The Bank Job) – Roger Donaldson *** (b)
Eski Davulcu (Ex-Drummer) – Koen Mortier ***1/2 (b)
Boleyn Kızı (The Other Boleyn Girl) – Justin Chadwick **1/2 (b)
Ölümcül Oyunlar (Funny Games US) – Michael Haneke *** (b)
Kesişen Yollar (Reservation Road) – Terry George *** (b)
Sokağın Kralları (Street Kings) – David Ayer *1/2 (b)
Uçurtma Avcısı (The Kite Runner) – Marc Forster *** (b)
MAYIS
Iron Man – Jon Favreau ****
Indiana Jones: Kristal Kafatası Krallığı (Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull) – Steven Spielberg ***1/2
HAZİRAN
Mistik Olay (The Happening) – M. Night Shyamalan *
The Incredible Hulk – Louis Leterrier **1/2
Wanted – Timur Bekmambetov **
Aşk Kazası (Forgetting Sarah Marshall) – Nicholas Stoller *** (b)
AĞUSTOS
Kara Şövalye (The Dark Knight) – Christopher Nolan ****1/2 (x2)
Mamma Mia! – Phyllida Lloyd **
Zohan’a Bulaşma (You Don’t Mess With the Zohan) – Dennis Dugan ***
EYLÜL
Hallam Foe – David Mackenzie **** (b)
EKİM
Kartal Göz (Eagle Eye) – D. J. Caruso ***
Hellboy II: Altın Ordu (Hellboy II: The Golden Army) – Guillermo Del Toro ***
Zamanın Külleri (Ashes of Time Redux) – Kar Wai Wong **1/2
Vol-i (Wall-e) – Andrew Stanton ***
Eve Dönüş (En Mand Kommer Hjem) – Thomas Vinterberg ***
Cenova (Genova) – Michael Winterbottom ****
Rüya (Bi-mong) – Kim Ki-duk ***1/2
Orijinal Cinayetler (Righteous Kill) – Jon Avnet * (b)
In Bruges – Martin McDonagh **** (b)
Drillbit Taylor – Steven Brill *** (b)
X-Files: İnanmak İstiyorum (X-Files: I Want to Believe) – Chris Carter ** (b)
Kesinlikle, Belki (Definitely, Maybe) – Adam Brooks *** (b)
Dalga (Die Welle) – Dennis Gansel ***1/2 (b)
Kırmızı Balonun Yolculuğu (La Voyage du Balon Rouge) – Hou Hsiao-Hsien *** (b)
Aramızda Casus Var (Burn After Reading) – Joel Coen *** (b)
Step Brothers – Adam McKay **1/2 (b)
Pineapple Express – David Gordon Green *** (b)
Üç Maymun – Nuri Bilge Ceylan ****
Happy-Go-Lucky – Mike Leigh *** (b)
KASIM
Yıldız Savaşları Bölüm 2.5: Klon Savaşları (Star Wars Episode 2.5: Clone Wars) – Dave Filoni **1/2 (b)
Tropik Fırtına (Tropic Thunder) – Ben Stiller *** (b)
Quantum of Solace – Marc Foster ***1/2
Devrim Arabaları – Tolga Örnek ****
Issız Adam – Çağan Irmak ***** (x2)
How to Lose Friends and Alienate People – Robert B. Weide *** (b)
Düşes (The Duchess) – Saul Dibb *** (b)
Akıllı Ol (Get Smart) – Peter Segal *** (b)
Aşk Geç Gelir (Love Comes Lately) – Jan Schütte **
Deniz Kızı Ponyo (Gake no ue no Ponyo) – Hayao Miyazaki ****
ARALIK
Gölge – Mehmet Güreli **1/2
Vicky Cristina Barcelona – Woody Allen ****
Süt – Semih Kaplanoğlu ***1/2
Zack and Miri Make a Porno – Kevin Smith *** (b)
Osmanlı Cumhuriyeti – Gani Müjde *1/2
Frost/Nixon – Ron Howard ***1/2 (b)
Körlük (Blindness) – Fernando Meirelles ***1/2 (b)
Ghost Town – David Koepp *** (b)
Milk – Gus van Sant ***1/2 (b)
Gomorra – Matteo Garrone **** (b)
Yalanlar Üstüne (Body of Lies) – Ridley Scott ***
The Women – Dana English **1/2 (b)
Sonbahar – Özcan Alper ****1/2
Hunger – Steve McQueen **** (b)
Slumdog Millionaire – Danny Boyle ****1/2 (b)
Revolutionary Road – Sam Mendes ****1/2 (b)
Seven Pounds – Gabriele Muccino ***1/2 (b)
Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi (The Curious Case of Benjamin Button) – David Fincher **** (b)
Bolt – Byron Howard, Chris Williams *** (b)
Festival Günlükleri
Üniversiteyi İstanbul’da okumam dolayısıyla İpek Yolu Festivali’ne ilk katılışım bu yıl. Ayrıca açıkça söylemek gerekir ki geçen yıllardaki programları da beğenmemem ana etken. Keza bu yılki program da iyi sayılmaz. Seyredilebilir filmler ya Filmekimi’nde de gösterilenler ya da gösterime girmemiş Türk filmleri. Hal böyleyken Filmekimi’nde kaçırdıklarımı izlemek bana yetecekti ki ‘Ücretsiz Sinema Kursları’na seçildiğimi öğrendim. Kursların içeriğini gün gün anlatmak daha hoş olacağından direkt günlüklere geçiyorum.
Festivalin ilk günü’nde Korupark’taydım. Filmekimi’nde yer bulamadığım Palermo’da Yüzleşme’ye gittim ama seyredemedim. Çünkü filmi gösteremediler. Fiyaskoydu anlayacağınız. Zaten ilk matinedeki filmi de gösterememişler! 40 dakikalık bekleyiş sonunda bir sonraki matinedeki filmi gösterdiler. Ona da gideceğimden oturdum, izledim. Film inanılmaz sıkıcıydı. 80 yaşındaki bir adamın fantezilerini anlatıyordu ki takdir edersiniz bu fanteziler son dereceler tekdüzeydi. Her şeyi bıraksam bile 80 yaşındaki birinin çapkınlığı hiç ilginç olmuyor. Dedemin kaçamağını izlemekten farksızdı. O gün başka bir film gösteremeyeceklerini tahayyül ederek günü noktaladım.
Cumartesi günkü mesaim 9 buçukta başladı. Filmekimi’nde biletleri satışa çıktıktan sadece 2 saat sonra tükenen, Miyazaki’nin son filmi Deniz Kızı Ponyo’ya gittim. Miyazaki’nin diğer filmlerine göre daha az sanatsal, felsefi yapısı çok az. Ama her şeye rağmen bir Miyazaki filmi ve inanılmaz şirin. Atmosfere bile aşık olunabilir. Filmden sonra kursa koştum ama 10 dakika geç kaldığımdan ikinci derse girebildim. İlk konu senaryoydu ve anlatıcı Mehmet İnan’dı. Anlattıkları belli gramer kalıplarıydı lakin bunlar bile bir senaryo yazımı konusunda ilham vericiydi. İkinci kurs oyunculuk üzerineydi ve Pelin Batu verdi. Öncelikle Batu çok güzel değildi ama hoştu (benim için artı bir özellik). Ekolleri ve bazı oyunculuk egzersizlerini anlatı ve gösterdi. Yine doyurucu bir kurstu. Günün son kursu Hayk Kirakosyan’ın görüntü yönetmenliği konusuydu. En aç olduğum konu olduğu için zevkle dinledim. Biraz yavaş tempolu anlatsa da yararlı bir çalışmaydı.
Pazar günü çok eğlenceli geçti. Önce sinema tarihçisi diyebileceğimiz (aslında televizyon yapımcısı) Alican Sekmeç, Türk Sinema Tarihi’ni anlattı. Onun da en başından belirttiği üzere bizim tarihimiz kulaktan dolma olduğu için genelde magazinden ibarettir. Ama tabii bu, tarihin eğlenceli olmasını da sağlıyor. Hele konu sinema olunca dedikodular daha da çoğalıyor. Ardından Yetkin Dikinciler oyunculuk ana ekseninde keyifli bir sohbet gerçekleştirdi.
Pazartesi Semir Aslanyürek, yönetmeliğin ana kalıplarını anlatmaya çalıştı. Çalıştı, dedim çünkü sözden çok lakırdı vardı. Konusunu pek verimli anlatamadı. Ardından Senem Aytaç, Dünya Sinema Tarihi’ni anlattı. Doğal olarak teori ağırlıklı olduğundan konuya ilgi duyanlara göre bir dersti. Kendi adıma yeni bilgiler aldığımı söyleyebilirim lakin çoğunluğun sıkıldığı da bir gerçekti. Dersin sonunda Alican Sekmeç ile özel konuştum. Sinemaya ilgimden ve neler yapabileceğimden bahsettik. Konuşma sırasında festival genel koordinatörü Hülya Hanım ile Sevin Okyay ile de bizzat tanışma imkanı bulabildim. Benim için heyecan verici bir deneyimdi.
Salı günü sıra dışı bir insan olarak nitelendirebileceğim Alper Maral’ın müzik dersi ile başladı. Dersi de kendisi gibi oldukça sıra dışıydı. Hem bilgi birikimiyle hem de dersi anlatış biçimiyle, sadece 2 saat görsem bile, beni çok etkiledi. İkinci derste seslendirmeyi gördük. Gördük çünkü esas olarak TRT’nin hazırladığı ‘Dublaj Tarihi’ belgeselini izledik. Sektörün emektarlarından Necip Sarıcı ise anılarını anlattı. Derse Fikret Hakan’ın da dinleyici olarak katılması diğer bir hoşluktu. Ders sonrasında Mehmet Güreli’nin Gölge’sini izledim. Film, Peyami Safa’nın bir romanından uyarlandığı için dil, anlatım ve üslup bakımından ağırdı. Şu sıralar Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’sunu okuduğumdan dile aşina sayılırım ama bu bile filme beni alıştıramadı. Filmin ana sorunu ise oyuncu seçimiydi. Her ne kadar iyi oyuncu olsalar da Görkem Yeltan ve Kaan Çakır rollerine uymuyorlardı. Lakin görüntü yönetimi (yönetmenin aslen ressam olmasından ötürü) ve sanat yönetimi çok özenliydi. Akşam da Vicky Cristina Barcelona’yı izledim (yazısı ayrı).
Çarşamba gününe Sevin Okyay ile başladık. Visconti’nin Death in Venice’ını izlerken üzerine yorumlar yapıldı. Çok güzel bir çalışmaydı. Ardından Çiçek Kahraman kurguyu anlattı. Daha çok görsel örnekler verdi. Çeşitli filmlerden sahneler vasıtasıyla kurgunun önemini anlattı. Son kursu izlemeyi çok istediğim Süt yüzünden ektim (filmle ilgili yazıyı ayrı yazacağım.).
Perşembe günü de sertifikalarımızı aldık. Çok gereksiz bir tören yapıldı. Büyükşehir Belediye Başkanı Hikmet Şahin ile İzzet Günay da törendeydi. Kameralar, fotoğrafçılar filan küçük bir izdiham söz konusuydu. Neyse ki anormal bir olay olmadan tören sona erdi.
Böylece 3. İpek Yolu Film Festivali benim için sona erdi. Kurslar olmasa çok yavan geçebilecek bir programa sahipti. Yine de atmosfer bakımından gayet doyurucuydu. Sinemayla ilgilenenlerin kendilerine yeni bir şeyler katabileceği bir ortam oluşturdu.
Aşk Geç Gelir/Love Comes Lately
Oyuncular: Otto Tausig, Caroline Aaron, Olivia Thirlby, Barbara Hershey – Görüntü Yönetmenleri: Edward Klosinski, Chris Squires – Müzik: Henning Lohner – Senaryo: Jan Schütte (Isaac Bashevis Singer’in ‘The Briefcase’, ‘ Alone’ ve ‘Old Love’ adlı kısa öykülerinden) – Yönetmen: Jan Schütte – **
Deniz Kızı Ponyo/Gake no ue no Ponyo
Seslendirenler: Yuria Nara, Hiroki Doi, Joji Tokoro, Tomoko Yamaguchi, Yuki Amami, Kazushige Nagashima, Akiko Yano – Görüntü Yönetmeni: Atsushi Okui – Müzik: Joe Hisaishi – Yazan ve Yöneten: Hayao Miyazaki – ****
Gölge
Oyuncular: Görkem Yeltan, Kaan Çakır, Serkan Çakır, Mehmet Ali Alabora, Ünal Silver, Zeynep Konan, Hikmet Körmükçü – Görüntü Yönetmeni: Ahmet Sesigürgil – Müzik: Mehmet Güreli – Senaryo: Nilgün Öneş (Peyami Safa’nın ‘Selma ve Gölgesi’ adlı romanından) – Yönetmen: Mehmet Güreli – **1/2
Son Zamanlarda İzlediklerim
Son zamanlarda pek üzerinde durmadığım filmleri izliyorum. Aklıma takılmış ama iyi olmadığını umduğum, sanki bir görevmiş gibi izlemeye koyulduğum filmler. Lakin bazıları şaşılası derece iyi çıkıyor. Buna öncelikle kendim çok şaşırıyorum.
Yaklaşık 10 gün önce Issız Adam’ı ikinci defa izlemişim. Eve döndüm, filmin kokusu benliğime sinmiş. O gün başka türde bir film izlemenin imkanı yok. Film listemi açtım, gözüme Once ilişti. Açtım, izlemeye koyuldum. Bir süre sonra film bitti. Nasıl yani? O kadar çabuk mu? Film o derece hızlı aktı yani. Yüreğinizi hem serinleten hem de ısıtan şarkıların arasında çok ayrıksı bir aşkı anlatıyordu. Filmden sonra ilk işim filmin soundtrack albümünü indirmek oldu. O günden beri yollarda dolanırken kulaklığım “If you want me/Satisfy me!” diye inliyor.
3 gün geçti, bir arkadaşın isteği üzerine gecenin bir vakti, 2 bira sonrası; 1,5 yıldır hard diskimde durup izlemememi bekleyen Zelig’i izledim. Ne zamandır bu kadar eğlenip güldüğümü hatırlamıyorum. Film başlı başına bir olay. En koptuğum replik: “Küçükken hahama gidip hayatın anlamını sordum. Bana söyledi ama İbranice, sonra da haftada 600 dolara İbranice kursu önerdi.” Tam 1 gün bu repliğin etkisinden çıkamadım.
Ertesi gün aynı arkadaşla adına kurban olduğum How to Lose Friends and Alienate People’ı izledim. Bir film adı, bir filmi bu kadar güzel tanımlayabilir yani.
Ertesi gün de Keire Knightley’in son kostümlü draması The Duchess’i izledim. Aklımda tek kalan Knightley! Film de hoştu gerçi.
Bugün de Moonlight Mile’ı seyreyledim. Bana çok dokundu. Hiç ummadığım halde bu kadar dokunması daha da koydu. Filmlerde aşkın oluşumunu izlemeyi çok seviyorum ya! Beni fena vuruyor her seferinde. Neden böyle duygusalım ya? Amaaaaaaaan! Ben buyum işte!
Öylesine Notlar – 8
- Televizyonlarda aniden çıkan yeni trendlere gıcık oluyorum. Çıkıyorlar, sonra tüketilip bir kenara fırlatılıyorlar. Daha yavaş tüketemez miyiz? Ya da hiç aynı bir şeyi sevemeyecek miyiz? Kapitalizm bu mudur?
- Star Wars Episode 2.5: The Clone Wars bariz çocuk filmi. Ama SW etkisine de sokabiliyor sizi. Senaryo çok bariz yazılmış. En kötüsü de filmin adıyla alakası bulunmaması. Anakin ile yamağının görevini izliyoruz sadece.
- Eskiden sevdiğim kimi önemli (yada öyle olduğunu sandığım) şeyleri sevmemek bana acayip koyuyor. Büyümek bu mu?
- Öykü & Berk neden bu kadar şapşal?
- Bazen düşünüyorum, film indirmek mi yoksa film izlemek mi beni daha çok mutlu ediyor. Normali ikicisi elbet ama bazı anlarda şaşırıyorum.
- Bugün internet aleminde Ozu’nun filmlerini arattım. Sinefiller arasında kilit isimdir Ozu. Hiç popüler değildir ama her sanatçı ona imrenir. O kadar ki Kurosawa, Ozu’nun öldüğü günü Japon Sineması’nın bittiği gün iddia etmiştir. Neyse ki tek film de olsa buldum. Ben de Ozu izleyeceğim yani. Heyo!
- Hale Caneroğlu’nu çok yapmacık buluyorum.
- Dün akşam doğumgünüm şerefine Tike’nin Bursa şubesine gittik. Şık bir kebap restaurantı. Kebap seven zenginlerimiz böyle yerlere hastadır. Ne ise, gittik. Kapıda kocaman “Mediterrian Grill” yazıyor. Ne kadar cafcaflı ama boş bir tanım! Çünkü Akdeniz havzasında kebap yoktur! Akdeniz’de ızgara denilince biftek, pirzola gibi tek parça kırmızı et gelir. Menü geldi ilk önce. Fiyatlar uçuk zaten. Sonra yemekler gelmeye başladı. Efendim, ana yemek başına 20’li bir rakam veriyorsanız çok leziz, orijinal bir yemek beklersiniz. Gelenler sıradanın ötesine pek geçemeyen işlerdi. Adam bariz malzemeyi iyi almış ve bol kullanmış hafif, o kadar. Ekstra hiçbir şey yoktu! Bence bu konsept ufak çaplı bir fiyaskodur.
- Tike’de yemek yerken aklıma Unkapanı, Sur dibindeki Sur Kebap geldi. Hem gözünüz, hem mideniz doyuyor. Ben öyle bir şey hayatımda yemedim. Fiyatı da değerine göre ucuz.
- Annemle yaş konusunda uyuşamıyoruz. Kendisi girdiği yaşı baz alıyor, ben ise bitirdiğim. Benim düşünceme şiddetle karşı çıkıyor. Mesela ben 1984 doğumluyum. Bugün 24 yaşımı doldurdum ve bir yıl boyunca 24 yaşında olduğumu dile getireceğim. Anneme göreyse 25 demem gerekiyor.
- Geçenlerde arka arkaya 1940 yapımı iki romantik-komedi seyrettim. İlki olan His Girl Friday, sıkılma ihtimaliniz bulunamayan bir film. O kadar çok ve o kadar hızlı konuşuyorlar ki dikkatinizin dağılması imkansız. Zaten bu film, gerçek hayatta olduğu gibi konuşmaların birbirinin üzerine bindiği ilk filmmiş. İkincisi ise screwball tarzının klasiklerinden The Philedelphia Story. Cary Grant-Katherine Hepburn-James Stewart üçlüsü nasıl döktürüyor görmelisiniz. İzlerken aklıma 60’ların salon komedilerinden High Society geldi. Konuları birbirine çok yakın.
- Adalet kavramı benim için çok önemlidir. O yüzden 73 dakikalık The Ox-bow Incident beni çok etkiledi. Film, kasabanın ileri gelenlerinden birinin bir ordu tarafından vurulduğunun salonda duyulması ile başlıyor. Hemen diğer kasabalılar intikam için bir grup oluşturuyor. Orduyu takip ediyorlar ama geceyarısında onları bulduklarında sadece 3 kişi oldukları çıkıyorlar. Çoğunluk hemen asılmalı taraftarı olsa da birkaçı mahkeme yanlısı çıkar. Sonuçta asma taraftarları ağır geliyor ve 3 kişi de asılıyor. Kasabaya dönerlerken o ana kadar kayıp olan şerif çıkıyor ve neden toplandıklarını soruyor. Cevap karşısında şoke oluyor çünkü öldürüldü denilen adamın ölmediğini söylüyor. Kalan kısım tam bir vicdan muhasebesi!
Yaşayan En İyi Oyuncular
Efendim, Sinema dergisi ‘Yaşayan En İyi 10’ar Kadın ve Erkek Oyuncu’yu seçmiş. Ben de kendi listemi sizlerle paylaşmak istedim. Öyleyse buyurun:
Yaşayan En İyi 10 Erkek Oyuncu:
1) Robert De Niro: Ne desem boş valla. Godfather Part II, Mean Streets, Raging Bull, Angel Heart, Taxi Driver, The Deer Hunter, The Untouchables ve Heat mutlaka izlenmelidir, bu adam uğruna. Daha sürüyle film var gerçi onun uğruna izlenecek lakin bu filmler bana göre zirvedir. Benim sinema tarihinde Humphrey Bogart ve Marlon Brando ile birlikte en sevdiğim 3 oyuncudan biridir.
2) Daniel Day Lewis: Sınırlı filmografisinde harikalar yaratmış bir aktör. There Will Be Blood onun tek kişilik şovudur. Ayrıca My Left Foot, In the Name of the Father ve The Last Mohican da onun parıltılarıdır.
3) Harry Dean Stanton: Benim aşık olduğum filmlerden Paris, Texas’ta başrol oynaması bile yeter de artar. Ama ayrıca Stanton ABD’nin en sağlam karakter oyuncusudur. Ünlü film eleştirmeni Roger Ebert şöyle demiştir: “Bir filmde Harry Dean Stanton oynuyorsa, o film iyidir.”
4) Dustin Hoffman: Hoffman, gerçek bir oyuncudur. Her rolün altından kalkabilen, her türlü (büyük, küçük demeden) filmde oynayabilen bir aktördür. Hoffman her zaman The Graduate, Midnight Cowboy, Kramer vs. Kramer, Tootsie ve Rain Man ile hatırlanacaktır. Ama gerek I Heart Hucklebees gibi bağımsız yapımlarda, gerek Straw Dogs gibi tartışmalı yapımlarda, gerekse Finding Neverland gibi karakter oyunculuğu gerektiren yapımlarda yer almıştır.
5) Al Pacino: Çok farklı bir aktör daha. Genelde polis, mafya, ajan filmlerinde sağlam adamı oynayan üst düzey bir oyuncu. Benim için önemli olan filmleri: Godfather Triology, Scarface, The Devil’s Advocate, Heat.
6) Jack Nicholson: Ben oyuncuyum diye bağıran Nicholson’ı asla göz ardı edemezsiniz. Easy Rider, One Flew Over Cockoo’s Nest, Terms of Endearment, Batman, About Schmidt Nicholson’ı gıptayla izlediğim filmlerdir.
7) Robin Williams: Her ne kadar son zamanlarda saçmalasa da çok sevdiğim bir aktördür. Çocukken en sevdiğim aktördü. The World According to Garp, Good Morning Vietnam, Dead Poets Society, Good Will Hunting kesinlikle onun için izlenmelidir.
8) Johnny Depp: Depp’i sevme sebebim, farklı türlerdeki filmlerde farklı karakterleri başarıyla canlandırması ve bu filmlerin hepsinin belli bir ağırlığının olması. Edward Scissorhands, Ed Wood, Donnie Brasco, Pirates of the Caribbean, Finding Neverland sevdiğim filmleridir.
9) Edward Norton: Tıpkı Depp gibi sıra dışı, güzel filmlerde farklı roller canlandırabilen biri. American History X’de de o oynuyor, The Incredible Hulk’ta da.
10) Michael Caine: Onu şöhret yapan çoğu filmi seyredemesem de kalburüstü bir oyuncu olduğu su götürmez. Sleuth, Hannah and Her Sisters, The Prestige bile bana kafi.
Yaşayan En İyi 10 Kadın Oyuncu:
Kadın oyuncular hakkında yaklaşık 2 haftadır düşünüyorum ama net bir karara varamıyorum. Çünkü güzellik faktörü önemli bir unsur olarak öne çıkıyor. Ama bu liste oyunculuğu göz önünde bulundurmalı. Sonuçta objektif bir karar veremeyeceğimden, numaralandırma yapmaksızın salt adları yazacağım:
– Joan Allen
– Meryl Streep
– Juhi Dench
– Charlotte Rampling
– Helen Mirren
– Julie Christie
– Liv Ullman
– Frances McDormand
– Diane Lane
– Cate Blanchett
Son Yorumlar