Arşiv
2008’in Ardından
2008’e Şile’de bir pansiyonda arkadaşlarımla birlikte ama hasta olarak girmiştim. İlginçtir, 2008 de girdiğim şekilde devam etti. Sevdiklerim hep yanımdaydı lakin bir hastalık hali hep devam etti (fiziksel olarak belli olmasa da).
2008’in benim için en önemli olayı, doğal olarak mezuniyetimdi. 17 yıllık okul hayatımı, en azından şimdilik, nihayete erdirdim. Bu, büyük bir onur ve mutluluktu kendi adıma. Artık kütüphanemde bir İTÜ diploması var. Ayrıca dekanlığın bana verdiği özel ödül de gurur kaynağımdı. Yine yaklaşık 4 ay boyunca bifiil organizasyonunda görev aldığım mezuniyet balosu unutulmayacak bir geceydi.
Diğer yandan mezuniyet ardından işsiz kalmam ve bunun yol açtığı sorunlar ciddi bir hayal kırıklığıydı. Ağustostan kasıma ruh halinde gezmem bunun en önemli sonucuydu. Hala daha bu sıkıntıdan kurtulabilmiş değilim lakin ruh şeklinde dolanmıyorum etrafta.
Diğer yandan kendi açımdan yılın önemli olayları şunlardı: Gökova Körfezi’nde çıktığım tekne turu ve akabinde Türk denizlerine aşık olmam. İki akraba düğününe katılmam ve düğünlerden iyice nefret etmem (ki biri balomun olduğu kulüpte, diğeri de Muğla’daydı). Kendi içime daha çok dönmem ve gelecek açısından birtakım önemli kararlar almam.
Dünya’ya bakarsak, bana göre, yılın olayı Obama’nın başkan seçilmesi ve AKP’nin yolsuzluklarının ortaya çıkmasıydı. İlerleyen yıllarda bu iki olay çok önemli sonuçlar doğuracak. Ayrıca 2020 yılına kadar 3. Dünya Savaşı’nın çıkacağı kesinleşti. Ekonomik kriz tabii ki çok önemliydi lakin bu küresel gerçek sadece bir politik hamledir, asıl sebepleri ve sonuçları daha ortaya çıkmamıştır.
Olimpiyatlar ve Avrupa Şampiyonası hem heyecanlıydı hem de hayal kırıklığıydı. İzlemesi uzun yıllar unutulamayacak iki spor olayıydı. Usain Bolt ve Michael Phelps’in sprintleri ile Türk milli takımının son dakika golleri nefes kesiciydi. Şahsen Hırvatistan maçını Nevizade’de izlememi ve ardından İstiklal’de oluşan coşkuyu hayatım boyunca unutamayacağım. Ama iki etkinlik de sporun değil paranın gücünü kanıtladı bana göre ve gelecek adına çok büyük bir negatif göstergeydi.
Sanat açısından güzel bir yıldı. Çünkü o kadar negatif olay/durum meydana geldi ki bunların antitezleri sanat ürünleri olarak ortaya çıkmaya başladı. 2009’dan da bu bakımdan umutluyum. Sinemada bir sürü iyi film izledim. Yorum yapmadan ilk 10 listemi yazacağım sadece: 1) Issız Adam (Çağan Irmak) 2) The Dark Knight (Christopher Nolan) 3) Sonbahar (Özcan Alper) 4) Du, Levande (Roy Andersen) 5) Slumdog Millionaire (Danny Boyle) 6) The Nines (John August) 7) Revolutionary Road (Sam Mendes) 8) In Bruges (Martin McDonagh) 9) My Bluebarry Nights (Wong Kar Kwai) 10) The Curious Case of Benjamin Button (David Fincher)
Müzik açısından zaten 2000’ler çok kısır. O açıdan 2008 sevindiriciydi. Yüksek Sadakat’in 2. albümü benim beklediğimden de iyiydi. ‘Babamın Evinde’ ve ‘İçimde Yağmur’ şimdiden favori rock parçalarımın arasına girdi. Pinhani’nin 2. albümü ise beklediğimin altındaydı. Yine de bana ‘Ne Güzel Güldün’ü armağan ettiler. Hamit Ündaş ve Jülide Özçelik’in albümleri çok sıra dışıydı, uzun yıllar dinleyeceğim. Issız Adam ve Across the Universe’ün soundtrack albümleri beni aylarca meşgul etti ve önümüzdeki yıllarda da sıkça dinleyeceğim albümlerden olacaklar. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda çıkıp yeni veya yeniden keşfettiğim Best of Bond, Müfide İnselel’in tek albümü, Pink Martini’nin ‘Hey Eugene’i sıkça dinlediklerimdi.
Sanatın diğer dalları yine kısırdı benim açımdan. Kitap olarak Bir Levanten Şövalye ve The Amber Spyglass (Sene başında daha Türkçe’ye çevrilmediğinden İngilizce okudum.) güzeldi. Az gittiğim tiyatroda beni heyecanlandıran bir oyun olmadı. İlk defa bir müzikale gittim (Rent) ve çok eğlendim. Diğer dallarla öylesine gittiğim Dali sergisi hariç alakam olmadı zaten.
İşte 2008 böyle bir yıldı. Hayatıma ve dünyaya neler getireceğini ise ancak ilerleyen yıllarda göreceğiz.
Son Zamanlarda İzlediklerim
Son zamanlarda pek üzerinde durmadığım filmleri izliyorum. Aklıma takılmış ama iyi olmadığını umduğum, sanki bir görevmiş gibi izlemeye koyulduğum filmler. Lakin bazıları şaşılası derece iyi çıkıyor. Buna öncelikle kendim çok şaşırıyorum.
Yaklaşık 10 gün önce Issız Adam’ı ikinci defa izlemişim. Eve döndüm, filmin kokusu benliğime sinmiş. O gün başka türde bir film izlemenin imkanı yok. Film listemi açtım, gözüme Once ilişti. Açtım, izlemeye koyuldum. Bir süre sonra film bitti. Nasıl yani? O kadar çabuk mu? Film o derece hızlı aktı yani. Yüreğinizi hem serinleten hem de ısıtan şarkıların arasında çok ayrıksı bir aşkı anlatıyordu. Filmden sonra ilk işim filmin soundtrack albümünü indirmek oldu. O günden beri yollarda dolanırken kulaklığım “If you want me/Satisfy me!” diye inliyor.
3 gün geçti, bir arkadaşın isteği üzerine gecenin bir vakti, 2 bira sonrası; 1,5 yıldır hard diskimde durup izlemememi bekleyen Zelig’i izledim. Ne zamandır bu kadar eğlenip güldüğümü hatırlamıyorum. Film başlı başına bir olay. En koptuğum replik: “Küçükken hahama gidip hayatın anlamını sordum. Bana söyledi ama İbranice, sonra da haftada 600 dolara İbranice kursu önerdi.” Tam 1 gün bu repliğin etkisinden çıkamadım.
Ertesi gün aynı arkadaşla adına kurban olduğum How to Lose Friends and Alienate People’ı izledim. Bir film adı, bir filmi bu kadar güzel tanımlayabilir yani.
Ertesi gün de Keire Knightley’in son kostümlü draması The Duchess’i izledim. Aklımda tek kalan Knightley! Film de hoştu gerçi.
Bugün de Moonlight Mile’ı seyreyledim. Bana çok dokundu. Hiç ummadığım halde bu kadar dokunması daha da koydu. Filmlerde aşkın oluşumunu izlemeyi çok seviyorum ya! Beni fena vuruyor her seferinde. Neden böyle duygusalım ya? Amaaaaaaaan! Ben buyum işte!
Öylesine Notlar – 8
- Televizyonlarda aniden çıkan yeni trendlere gıcık oluyorum. Çıkıyorlar, sonra tüketilip bir kenara fırlatılıyorlar. Daha yavaş tüketemez miyiz? Ya da hiç aynı bir şeyi sevemeyecek miyiz? Kapitalizm bu mudur?
- Star Wars Episode 2.5: The Clone Wars bariz çocuk filmi. Ama SW etkisine de sokabiliyor sizi. Senaryo çok bariz yazılmış. En kötüsü de filmin adıyla alakası bulunmaması. Anakin ile yamağının görevini izliyoruz sadece.
- Eskiden sevdiğim kimi önemli (yada öyle olduğunu sandığım) şeyleri sevmemek bana acayip koyuyor. Büyümek bu mu?
- Öykü & Berk neden bu kadar şapşal?
- Bazen düşünüyorum, film indirmek mi yoksa film izlemek mi beni daha çok mutlu ediyor. Normali ikicisi elbet ama bazı anlarda şaşırıyorum.
- Bugün internet aleminde Ozu’nun filmlerini arattım. Sinefiller arasında kilit isimdir Ozu. Hiç popüler değildir ama her sanatçı ona imrenir. O kadar ki Kurosawa, Ozu’nun öldüğü günü Japon Sineması’nın bittiği gün iddia etmiştir. Neyse ki tek film de olsa buldum. Ben de Ozu izleyeceğim yani. Heyo!
- Hale Caneroğlu’nu çok yapmacık buluyorum.
- Dün akşam doğumgünüm şerefine Tike’nin Bursa şubesine gittik. Şık bir kebap restaurantı. Kebap seven zenginlerimiz böyle yerlere hastadır. Ne ise, gittik. Kapıda kocaman “Mediterrian Grill” yazıyor. Ne kadar cafcaflı ama boş bir tanım! Çünkü Akdeniz havzasında kebap yoktur! Akdeniz’de ızgara denilince biftek, pirzola gibi tek parça kırmızı et gelir. Menü geldi ilk önce. Fiyatlar uçuk zaten. Sonra yemekler gelmeye başladı. Efendim, ana yemek başına 20’li bir rakam veriyorsanız çok leziz, orijinal bir yemek beklersiniz. Gelenler sıradanın ötesine pek geçemeyen işlerdi. Adam bariz malzemeyi iyi almış ve bol kullanmış hafif, o kadar. Ekstra hiçbir şey yoktu! Bence bu konsept ufak çaplı bir fiyaskodur.
- Tike’de yemek yerken aklıma Unkapanı, Sur dibindeki Sur Kebap geldi. Hem gözünüz, hem mideniz doyuyor. Ben öyle bir şey hayatımda yemedim. Fiyatı da değerine göre ucuz.
- Annemle yaş konusunda uyuşamıyoruz. Kendisi girdiği yaşı baz alıyor, ben ise bitirdiğim. Benim düşünceme şiddetle karşı çıkıyor. Mesela ben 1984 doğumluyum. Bugün 24 yaşımı doldurdum ve bir yıl boyunca 24 yaşında olduğumu dile getireceğim. Anneme göreyse 25 demem gerekiyor.
- Geçenlerde arka arkaya 1940 yapımı iki romantik-komedi seyrettim. İlki olan His Girl Friday, sıkılma ihtimaliniz bulunamayan bir film. O kadar çok ve o kadar hızlı konuşuyorlar ki dikkatinizin dağılması imkansız. Zaten bu film, gerçek hayatta olduğu gibi konuşmaların birbirinin üzerine bindiği ilk filmmiş. İkincisi ise screwball tarzının klasiklerinden The Philedelphia Story. Cary Grant-Katherine Hepburn-James Stewart üçlüsü nasıl döktürüyor görmelisiniz. İzlerken aklıma 60’ların salon komedilerinden High Society geldi. Konuları birbirine çok yakın.
- Adalet kavramı benim için çok önemlidir. O yüzden 73 dakikalık The Ox-bow Incident beni çok etkiledi. Film, kasabanın ileri gelenlerinden birinin bir ordu tarafından vurulduğunun salonda duyulması ile başlıyor. Hemen diğer kasabalılar intikam için bir grup oluşturuyor. Orduyu takip ediyorlar ama geceyarısında onları bulduklarında sadece 3 kişi oldukları çıkıyorlar. Çoğunluk hemen asılmalı taraftarı olsa da birkaçı mahkeme yanlısı çıkar. Sonuçta asma taraftarları ağır geliyor ve 3 kişi de asılıyor. Kasabaya dönerlerken o ana kadar kayıp olan şerif çıkıyor ve neden toplandıklarını soruyor. Cevap karşısında şoke oluyor çünkü öldürüldü denilen adamın ölmediğini söylüyor. Kalan kısım tam bir vicdan muhasebesi!
Yaşayan En İyi Oyuncular
Efendim, Sinema dergisi ‘Yaşayan En İyi 10’ar Kadın ve Erkek Oyuncu’yu seçmiş. Ben de kendi listemi sizlerle paylaşmak istedim. Öyleyse buyurun:
Yaşayan En İyi 10 Erkek Oyuncu:
1) Robert De Niro: Ne desem boş valla. Godfather Part II, Mean Streets, Raging Bull, Angel Heart, Taxi Driver, The Deer Hunter, The Untouchables ve Heat mutlaka izlenmelidir, bu adam uğruna. Daha sürüyle film var gerçi onun uğruna izlenecek lakin bu filmler bana göre zirvedir. Benim sinema tarihinde Humphrey Bogart ve Marlon Brando ile birlikte en sevdiğim 3 oyuncudan biridir.
2) Daniel Day Lewis: Sınırlı filmografisinde harikalar yaratmış bir aktör. There Will Be Blood onun tek kişilik şovudur. Ayrıca My Left Foot, In the Name of the Father ve The Last Mohican da onun parıltılarıdır.
3) Harry Dean Stanton: Benim aşık olduğum filmlerden Paris, Texas’ta başrol oynaması bile yeter de artar. Ama ayrıca Stanton ABD’nin en sağlam karakter oyuncusudur. Ünlü film eleştirmeni Roger Ebert şöyle demiştir: “Bir filmde Harry Dean Stanton oynuyorsa, o film iyidir.”
4) Dustin Hoffman: Hoffman, gerçek bir oyuncudur. Her rolün altından kalkabilen, her türlü (büyük, küçük demeden) filmde oynayabilen bir aktördür. Hoffman her zaman The Graduate, Midnight Cowboy, Kramer vs. Kramer, Tootsie ve Rain Man ile hatırlanacaktır. Ama gerek I Heart Hucklebees gibi bağımsız yapımlarda, gerek Straw Dogs gibi tartışmalı yapımlarda, gerekse Finding Neverland gibi karakter oyunculuğu gerektiren yapımlarda yer almıştır.
5) Al Pacino: Çok farklı bir aktör daha. Genelde polis, mafya, ajan filmlerinde sağlam adamı oynayan üst düzey bir oyuncu. Benim için önemli olan filmleri: Godfather Triology, Scarface, The Devil’s Advocate, Heat.
6) Jack Nicholson: Ben oyuncuyum diye bağıran Nicholson’ı asla göz ardı edemezsiniz. Easy Rider, One Flew Over Cockoo’s Nest, Terms of Endearment, Batman, About Schmidt Nicholson’ı gıptayla izlediğim filmlerdir.
7) Robin Williams: Her ne kadar son zamanlarda saçmalasa da çok sevdiğim bir aktördür. Çocukken en sevdiğim aktördü. The World According to Garp, Good Morning Vietnam, Dead Poets Society, Good Will Hunting kesinlikle onun için izlenmelidir.
8) Johnny Depp: Depp’i sevme sebebim, farklı türlerdeki filmlerde farklı karakterleri başarıyla canlandırması ve bu filmlerin hepsinin belli bir ağırlığının olması. Edward Scissorhands, Ed Wood, Donnie Brasco, Pirates of the Caribbean, Finding Neverland sevdiğim filmleridir.
9) Edward Norton: Tıpkı Depp gibi sıra dışı, güzel filmlerde farklı roller canlandırabilen biri. American History X’de de o oynuyor, The Incredible Hulk’ta da.
10) Michael Caine: Onu şöhret yapan çoğu filmi seyredemesem de kalburüstü bir oyuncu olduğu su götürmez. Sleuth, Hannah and Her Sisters, The Prestige bile bana kafi.
Yaşayan En İyi 10 Kadın Oyuncu:
Kadın oyuncular hakkında yaklaşık 2 haftadır düşünüyorum ama net bir karara varamıyorum. Çünkü güzellik faktörü önemli bir unsur olarak öne çıkıyor. Ama bu liste oyunculuğu göz önünde bulundurmalı. Sonuçta objektif bir karar veremeyeceğimden, numaralandırma yapmaksızın salt adları yazacağım:
– Joan Allen
– Meryl Streep
– Juhi Dench
– Charlotte Rampling
– Helen Mirren
– Julie Christie
– Liv Ullman
– Frances McDormand
– Diane Lane
– Cate Blanchett
Batman’de Nolan mı, Burton mu?
Bu yaz The Dark Knight dünyayı salladı. Hem eleştirel olarak hem de ticari açıdan inanılmaz bir başarıya imza attı. Hal böyleyken, yani The Dark Knight en iyi süper kahraman filmi ilan edilmişken, akla ister istemez Tim Burton geldi. Onun da Batman’i gayet iyiydi ve başarılıydı eskiden. Öyleyse, dedim, o iki filmi bir daha izlemek gerek. Farkları nelermiş görelim.
Ama öncelikle kendi Batman hayranlığımdan biraz bahsetmek lazım. Çünkü subjektif bir yazı olacağından, benim olaya nasıl baktığımı görebilmeniz lazım. Batman benim en sevdiğim süper kahraman. Aslında şu ‘süper’ kelimesi beni ona yaklaştıran. Çünkü Batman, her ne kadar bir süper kahraman olarak lanse edilse de aslında hiç de süper değil. Yani hiçbir süper gücü yok. Normal bir insan o. Servetini ve zekasını insanlığı biraz da olsun rahatlatmaya adamış biri. Onun (çizgi roman) dünyasında tek doğa dışı olan düşmanları. Joker, Penguen, Mr. Freeze, Catwoman gibi karakterlerin başlarından süper bir şeyler geçirmişlikleri var. Ama onlar bile Batman’le süper güçleriyle savaşmıyorlar.
Sonuçta beni Batman’e çeken unsur, gerçekliği. Bir sinema manyağı olarak da bir senaryoda beni ilk ilgilendiren unsur da gerçekliktir. (Gerçeklik unsuru taşımayıp da sevdiğim birçok film vardır, o ayrı.) İşte tam da bu unsur Burton ile Nolan’ın Batman’e yaklaşım açısı oluyor. Burton, Batman’i bir çizgi roman karakteri gibi ele alıyor ve Batman ile Batman Returns’ün dünyasını bu açıdan yaratıyor. Nolan ise Batman’e dünyamızda yaşayabilecek bir insan olarak ele alıyor ve Gotham City’yi şu anda Amerika’daki herhangi bir şehir biçiminde tasarlıyor.
Detaylara inelim biraz isterseniz. Burton’un Batman’i tam bir mirasyedi. Herhangi bir işi yok, babasından kalan parayı yiyor ve yatırımlar yapıyor. Asıl işi Gotham City’de huzuru sağlamak. Zaten geçmişi hakkında tek bilgi ailesinin Joker tarafından öldürüldüğü. Gotham City’ye bakarsak tam bir çizgi roman kenti olduğunu görüyoruz. Sadece Batman bilgisayar kullanıyor. İlk filmdeki gazete ofisi ise 50’lerden kalma. Keza şehir setlerinde de bu detaya rastlıyorsunuz. Joker’in kimyasal bir tankerin içine düşerek beyazladığını biliyoruz. Penguen ucube olarak doğmuş ve sonra da penguenler tarafından yetişmiş biri. Kedi Kadın, ölümden kedilerin yalamalarıyla kurtulmuş ve daha 8 canı kalan bir sekreter. Diğer karakterler de, çizgi roman kalıplarına göre, ya saf kötü ya da saf iyi olarak çiziliyor.
Nolan’ın Batman’ini ise sıfırdan izliyoruz. Ailesini yine kaybediyor, sonra şirketini yönetim kuruluna devrederek Uzak Doğu’ya gidip iç ve dış eğitimden geçiyor. Yani hem felsefik bir eğitim alırken hem de dövüş sanatlarını öğreniyor. Gotham City’ye döndüğünde şirketinin başına geçiyor. Bu arada Batman personasını yaratıyor ama yaratırken üç şeyi kullanıyor: Eğitimi, Alfred’in öğütleri, Lucius Fox’un aletleri. Bu şekilde Batman Begins’de Ra’s Al Ghul ve Korkuluk ile mücadele ediyor. Bu iki karakterde gayet gerçekçi ve alt yapıları olan kötüler. Mesela Korkuluk aslında bir örgütün baş avukatı ve ana unsuru davalarda karşısına çıkanı delirtmek. The Dark Knight’da ise durum daha karmaşık, tıpkı hayatımız gibi. Batman, hem Joker lakabını almış makyajlı bir deliyle uğraşırken bir yandan da kendisinin halkın içindeki konumunu sorguluyor. (Batman Returns’te de benzer bir yaklaşım var ama o filmde Batman kendisini sorgulamıyor.) Ayrıca karakterlerin dönüşümü de ilgiye layık. Gerek Harvey Dent’in Two Face’e dönüşümü hem de Rachel Dewes’in ikilemi filmin diğer önemli unsurları.
Şimdi hangisi daha iyi? İşte bunun cevabı yok. Çünkü ikisi de farklı karakteri anlatıyor. Benim tercihim Nolan, her açıdan. Ama Batman’in özünde bir çizgi roman olduğu göz önüne alındığında Burton’un seçimi de gayet mantıklı. İsterseniz bu görüşteki bir fikirle yazıyı noktalayalım. Bakın, Uygar Şirin Sinema’nın Eylül 2008 sayısında ne demiş: “Batman serisine ciddiyet ve derinlik katmak için (sanki ihtiyacı varmış gibi) kimliğine dair çelişkiler yaşayan bir kahramana, Felsefe 101 bakış açısıyla kaos ve anarşiden söz eden bir kötü adama ve postmodern aksiyonların tüketmeye yüz tuttuğu ‘iyi de aslında kötü, kötü de aslında iyi’ cümlesine ihtiyaç var, öyle mi? İki önerim var naçizane: 1) Bütün bunların incelik ve ustalıkla yapıldığı bir film için bkz. Batman Returns. 2) The Dark Knight’ın Batman serisine yapmaya çalışıp beceremediği reformu 40 yıllık Bond serisine yapıveren bir film için bkz. Casino Royale.”
Öylesine Notlar – 7
- Martin Scorsese’nin ünlü Mean Streets’ini sonunda izledim. Evet, film New York’u güzel betimliyor. Evet, senaryo çok iyi ve dönemine göre oldukça yenilikçi. Evet, film Scorsese’nin ilk başyapıtı. Ama beni heyecanlandırmadı. Filmde iki şeyi beğendim: Harika diyaloglar ve Robert De Niro’nun muazzam oyunculuğu.
- Amatör atlet olan kankam, ısrarla atletizm hakkında film arar. Dün bir tane seyrettim: Çok farklı bir konuyu anlatan bu filmin baş karakterleri iki atlet. Üstelik her ikisi de 100 metreyi 9.58 koşuyorlar. Filmin adı mı? Gallipoli, Peter Weir’ın ilk dönem çalışmalarından.
- Sokaklardaki kedi-köpekleri bizim hayvanseverlerimiz pek sahip çıkar. Hepsi de sokaklarda kalmaya devam eder. Sonra o köpekler gelip bir çocuğu ısırır. Kıyamet kopar! Valla bir acayip milletiz!
- Geçen gün bir araba bir köpeğe çarpıp öldürmüş. Sonra sahibi gelip sürücüden köpeğin bakım masraflarını istemiş. Yorumsuz!
- Geçen hafta İskoçya’da bir adam bisiklete tecavüz ederken yakalanmış! Öh!
- Empire yeni bir ‘En iyi 500 film’ listesi yayınladı. 1. film yine The Godfather. Listede pek sürpriz yok aslında. Birkaç ilk kara filmler de listeye girmiş, o kadar. Bu sonuç, yeni neslin kara filmi ne kadar önemsediğinin de kanıtı.
- Bir ramazan mı, şeker mi tartışması gidiyor. Bahaneyle gerçek adının ikisi de olmadığını, Fıtır (oruç açma) Bayramı olduğunu da öğrendik. Benim çocukluğumda olay gayet basitti: Ramazan (Şeker) Bayramı
- Başkasının düşüncelerine tahammül edememek sanırım sadece başbakana özgü bir özellik değil. Türklerin genlerinde var. Dünyanın kendileri gibi düşündüğünü, hareket ettiğini düşünüyoruz, en azından umut ediyoruz.
- Sinema dergisi Yaşayan En İyi 10’ar Kadın ve Erkek Oyuncuyu seçmiş. İçlerinde doğal olarak Türk yok. Şimdi bunu bir önyargı olarak görebiliriz lakin gerçek bu. Türk oyuncular her filmde faklı bir performans sergiliyor. Kategorinin dışında bir tek Erkan Can var bence.
- Peter Weir’ın ilk ciddi çalışması, Picnic at the Hanging Rock’u izledim. Konusu gibi çok acayip bir film. Bir grup genç kız bir dağlık alana gidiyor. Bunlardan üçü kayalıkta yürüyüşe çıkıp kayboluyor. Sonra onları aramaya çıkan hocaları da kayboluyor ve bir daha da bulunamıyorlar. Sadece biri 1 hafta sonra uyurken bulunuyor. Film bunu anlatıyor fakat arada başka yerlere de kayıyor. Hülyalı bir film, ne dediği anlaşılmıyor ya da ben anlamadım.
- Bundan sonra zombi filmi izlememeye karar verdim. Korku filmine bir yere kadar tahammül edebiliyorum ama zombiler beni çok iğrendiriyor. Belki Peter Jackson filmleri hariç demeliyim çünkü onda kusmaya niyetlenirken güldüğünüz için olay dengeleniyor. (bkz. Braindead)
- Lösev reklamının son cümlesi “Bir çocuktan daha önemli ne olabilir ki?” olmamalıydı bence. Reklamın güzelliğini bozuyor bence. Ses o cümleyi söyleyince otomatikman “İki çocuk” diye cevap veresim geliyor. Daha şık bir son cümle olabilirdi.
- Firefox’un yeni versiyonuna giderek gıcık kapmaya başladım. 2-3 günde bir update ediyor. Benim bildiğim en erken 1 ayda bir update olur. Zaten history düğmesini de geri tuşunun yanından kaldırmışlar.
- Bugün Empire’ın İngiltere baskısına göz gezdirirken sinema haber notlarında “Jenna Jameson Pregnant” notunu gördüm. Şimdi ünlü bir porno yıldızının hamile kalması, sinema haberi değeri taşır mı sizce?
Öylesine Notlar – 6
• İnsanların büyüyünce çocukluklarını unutmaları çok yazık. Ben küçükken bana hep oyuncak alınmasını isterdim ama birkaç istisna dışında hep büyük hediyeleri gelirdi. İşte giysi, altın, vb. Şimdi de bir büyüğümüz doğum yapacak, arkadaşlar tutturdu ağaç satın alalım diye. Karşı çıktım, geyik yaptığımı sandılar. Ya o küçücük çocuk o ağaçtan ne anlayacak! Amaç aslında kendi vicdanlarını rahatlatmak.
• Bugün Reha Muhtar da yazmış (19.9.2008) Aragones git gide Toshack’a benziyor. İlginci, İspanya Milli Takımı’nı Aragones’ten sonra Toshack’ın yönetmesi.
• Bugün Il Gattopardo’yu izledim. Enfesti. İki unsurunu çok beğendim: İlki dans sahnesi, Burt Lancester ile Claudia Cardinale arasındaki. Le Notti Blanche’de de böyle unutulmaz bir dans sahnesi vardı. İkisi de sinema tarihindeki favori sahnelerime eklendi. İkinci unsur ise, filmin bir bütün olarak değişim kavramını muazzam bir biçimde anlatması. Eskinin yeniye karşı bir şey yapamaması ve üstelik bunu kabullenip destek vermesi, o kadar sade ama büyüleyici bir biçimde anlatılmış ki hayran olmamak elde değil.
• Akşam da Die Another Day’i bir kere daha izledim. Böylece James Bond filmlerini 10 ay içinde tamamen izlemiş oldum. Bugünkü film içlerindeki en kötüsüydü. Bond hakkında güzel bir yazı yazacağım ilerleyen günlerde. (bkz. ‘Bond, James Bond’)
• Tam üç yıl Hıncal Uluç’u her gün okudum. Ama hazirandan sonra soğudum nedense. Hele medyadaki son olaylarda Sabah’ın rolünden sonra ve ısrarla Uluç’un bunu gazetesine yedirememesinden sonra iyice soğudum. Aslında sene başındaki Yumurta tartışması da ana etkenlerden. Şu bir gerçek: Uluç ülkenin en bilgili, arka planı geniş, kültürlü gazetecilerinden biri. Gözlem kabiliyeti harika ve bunu yazıya dökmesi de keza öyle. Ülkemizin gazetelerinde hayatı yazan (yazabilen) belki de ilk gazeteci. Ama çok önemli bir sorunu var, hatta iki: Birincisi takıntıları, ikincisi de kibri. Uluç’un takıntıları daima kötü olmak zorunda. Mesela Fenerbahçe (ak kaşık değil elbet ama ne yaparsa yapsın Uluç Fener’i beğenmez). Aynı şekilde sanat sineması da kötü ona göre, sinemanın toplum için olduğunu ısrarla savunur. Ama iş opera ve baleye gelince bunları seyretmeyi teşvik eder, sabredip anlamamızı öğütler. Yumurta onun için mastürbasyondur, opera sanat. (Opera da bale da sanattır, ikisi de sabredilip izlenince güzeldir, zevk verir; tıpkı sanat filmleri gibi) Aynı şekilde kibri yüzünden yanlışlarını görmeyi reddeder, çünkü kendi deyimiyle o HBB’dir (Her Boku Bilen). Diyebilirsiniz ki sen kimsin ki 50 yıllık gazeteciyi eleştiriyorsun. Ben sadece onun okuruyum.
• Tüm medya çalışanları, bilhassa muhabirlerin izlemesi gereken bir film Ace in the Hole. Türkçesi Büyük Karnaval’mış. Ama bu muhabirler filmi izleyip de ne yapar? Söyleyelim, haber! Anlamadıysanız filmi izleyin. Billy Wilder’dan bir başyapıt daha.
• Ütü gerektirmeyen, leke tutmayan gömlek çıkmış, üstelik Türk işi. Kesin almam gerek.
• Bugünün gazete manşetlerini İzmir’de ölen bebekler kaplıyordu. Aklıma favori dizilerimden House M.D.’nin 2. bölümü geldi. Bilmeyenler için dizinin ünlü bir teşhis doktorunun bilinmeyen hastalıkları çözüşü etrafında şekillendiğini söyleyip konuya girelim. Bölümde hastanede doğan bebekler doğumdan sonra 2-3 gün içinde ölmeye başlıyordu. Olaya Dr. House el koyuyordu ve çeşitli tezlerinden sonra olayın basit bir grip virüsünden kaynaklandığını buluyordu. Normal bir insan gripten ölmez ama daha yeni doğmuş bir bebeğin bağışıklık sistemi yetersiz kaldığından bebekler ölüyordu. Virüs de bebeklere o sıralar grip olan ve bebeklere oyuncak ayı veren hemşire tarafından taşınıyordu. Tabii House çözümü bulana kadar 2 bebek mevta olmuştu ve bölümü ağlamaklı halde bitirmiştim. Hiçbir şeyden habersiz küçücük insanların o durumuna kayıtsız kalmak olanaksız!
• Geçenlerde favori dizilerimden Dawson’s Creek’ten bahsetmiştim. İşte orda pek aklım almayana bir şey vardı: Lise mezunu Pacey, Wall Street’e girdikten birkaç ay sonra yaşam biçimini değiştirmişti: Son model bir spor araba, kıyafetler, plazma televizyon, vb. Dün Vatan’da okudum ki durum Wall Street’te aynen böyleymiş. Tabii geçen haftaya dek! Geçen yıl ortalama bir brokerın maaşı 280 bin dolar civarındaymış. İçimden helal olsun dedim. Ama geçen hafta Zülfü Livaneli dahil birkaç kişi daha yazdı ki bu global kriz, her şeyi güllük gülistanlık sanan bu zengin gençler için çıkarılmış olmasın!
• Geçen hafta tüm dikkatler borsadaydı. Benim gibi bir şey bilmeyenler bile kulak kabarttı. Sonunda, bu bilgisizlik nereye kadar dedim ve Wikipedia’dan borsanın ‘ne olduğu’nu okudum. İşte size ilginç bir not: İlk borsa, Mısır’da 11. yüzyılda Müslümanlar ile Yahudiler arasında kurulmuş! İlginç bir gerçek!
• Benim gibi insanlar borsanın “Ha!” denilince düşmesini pek anlamıyor. Ama 2 hafta önce Vatan’da okuduğum bir haber çok çarpıcıydı: Ünlü bir hava şirketinin hisseleri bir günde 1 milyon dolar kaybediyor ama buna kimse anlam veremiyor çünkü olayı tetikleyecek en ufak bir neden yok! Biraz araştırılınca şu gerçek ortaya çıkıyor: Olaydan önceki gece bir yerel gazetenin 6 yıl önce yayınlanan bir haberi, bilinmeyen bir sebeple en çok okunan haberler arasına giriyor (Haber, şirketin 11 Eylül sonrası kemer sıkması hakkında). Google News elektronik olarak ağı tararken, haber çok okunmuş deyip sitesinde duyuruyor. Bloomberg de haberin tarihine bakmadan haber bülteninde açıklıyor. Sonra da diğer haber kanalları onu takip ediyor. Ne kadar garip, değil mi?
• Filmekimi programı hele şükür açıklandı! Programın Hollywood’dan çok Avrupa sinemasına ağırlık vermesi sevindirici bir gelişme. Hatta galiba hiç Hollywood yapımı yok!
• Aklı başında bir bilimkurgu örneği arıyorsanız, mutlaka The Day The Earth Stood Still’i izleyin. Film, insan ırkının ne biçim bir yaratık olduğunu gösteriyor. Bu arada filmin 2 ay sonra remake’i gösterime giriyor. Ondan önce mutlaka izleyin.
Bond, James Bond
“My name is Bond, James Bond.”, “Shaked but not stirred martini”, Walther PPK tabanca, Q, M, Miss Moneypenny, Biofeld ve kedisi, … Bu saydıklarımın hepsini sadece Bond serisinde görebilirsiniz. Peki bunlar nasıl bu kadar popüler oldu? Nasıl bir serinin bu kadar markası olabildi? Daha da ilginci nasıl bir seri bu kadar zamana dayanıp popülaritesini hiçbir zaman kaybetmedi?
Elbette sürüyle cevap verilebilir her birine ama aynı cevapları bulamazsınız. Çünkü herkesin Bond’u sevme nedeni farklıdır. Herkesin kafasındaki Bond imajı farklıdır. Kimi Sean Connery’cidir, kimi Roger Moore’cu. Çünkü herkes farklı bir özelliğini sever. Kimi zekasını, kimi çabukluğunu, kimi macera tutkunluğunu, kimi de seksiliğini.
Benim Bond tutkum çocukluğumda başladı. Ama çocukken izlediklerim unutulup gitmiş, sadece kimi sahneler kalmış. Christopher Walken’ın daha kahkahası gibi, Roger Moore’un stüdyoda çekildiği çok aşikar olan kayak sahneleri gibi. Nedense Ursula Anderes’in Bond’la karşılaşması da akılda kalmış. Geçen yıl, bu böyle gitmez, dedim kendi kendime ve külliyatı baştan izlemek gerektiğine karar verdim. Öyle bir anda değil tabii, uzun bir süreye yayarak. Sonuçta yaklaşık 10 aylık süre zarfında Dr. No’dan başladım Die Another Day ile bitirdim. Geçen ay Casino Royale’i izlediğimden bir daha izleme zahmetine girmedim. Bir de Bond parodisi Casino Royale var, onun da ilk 15 dakikasını izledim ama sarmadı, çok kötüydü.
Şimdi burada teker teker filmler üzerinde yorum yapmaya niyetim yok. Daha ziyade, genel yapı üzerinden başlayıp filmlerden örnekler vereceğim. Böylece iyileri ve kötüleri belirmeye çalışacağım, en azından benim iyi ve kötülerimi.
Her Bond filminde sabit olan birkaç unsur vardır: Film, bir aksiyon sahnesiyle başlar. Hiç girizgah yapılmadan izlediğimiz bu sahnede, güzel atraksiyonlar bulunur. Sonra grafik ağırlıklı bir jenerik sahnesi başlar. Filmin ana şarkısının da çalındığı sahnede genellikle kızların olduğu grafik planlar izleriz. Bu sahneyi ölene kadar Maurice Binder başarıyla oluşturdu. Tabii burada şarkıya da önem vermek gerekir. Çoğu filmde filmin adıyla adaş olan şarkıyı dönemin ünlü bir grubu ve ya şarkıcısı söyler. Favorilerim Bono’nun yazıp Tina Turner’ın yorumladığı ‘Goldeneye’, Sherly Crow’un yazıp seslendirdiği ‘Tomorrow Never Dies’, Duran Duran’dan ‘A View to a Kill’ ve Shirley Bassey’den ‘Goldfinger’.
Jenerikten sonra filmin konusuna bir giriş yapılır ve asıl film başlar. Film boyunca genelde kullanılan birkaç unsur vardır: M ve Q ile buluşma, Q’nun yeni aletleri, 2-3 Bond kızı, bir çok zengin kötü adam ve onun güçlü ve ya zeki yardakçısı, farklı ülkeler ve arabalar. Filmden filme değişen unsurlar bunlar.
Biraz bu unsurlardan gidelim çünkü bunlar Bond’u Bond yapan öğeler. M, her zaman çok önemli bir karakter oldu ve İngiliz karakter oyuncuları tarafından oynandı. Bernard Lee en fazla oynayandı ama hep pasif bulmuşumdur. Judi Dench ise daha iyi yakışıyor role. Q ise malumunuz ilk film hariç Desmond Llewelyn tarafından oynandı ve filmlerin mizah yönünü temsil etti. John Cleese ise önce The World is not Enough’da Q’nun yardımcısı oldu, sonra Llewelyn ölünce de yeni Q oldu. Bu arada Casino Royale ile başlayan yeni vizyonda eskilerden tek ödünç alınan Dench ile Cleese oldu.
Bond kızları aslında ayrı bir yazı konusu ama abartmayalım. Yapımcıların Allah’ı var, Diamonds are Forever’daki Jill St. John hariç itici bir kız hiç olmadı. Hepsi güzeldi ve seksiydi. Tabii öne çıkanları var ama seçim çok zor olduğundan liste uzun olacak: Ursula Anderes (Dr. No), Honor Blackman (Goldfinger), Diana Rigg (On Her Majesty’s Secret Service), Barbara Bach (The Spy Who Loved Me), Carole Bouquet (For Your Eyes Only), Izabella Scorupco (Goldeneye) ve Eva Green (Casino Royale). Bu saydıklarım gerçek manada güzel ve çekiciler. Ayrıca Bond’a çok yakışıyorlar. Elbette sürüyle daha kız var ama çok ilgi çekici oldukları söylenemez. Son olarak The Living Daylights’ta baş Bond kızı olan Maryam d’Abo’nun çektiği Bond Girls are Forever belgeselini izlemenizi tavsiye ediyorum (Casino Royale’ın DVD’sinde bulunuyor). Daha fazla detaya inersem çıkamayacağım.
Kötü adamlara gelirsek gayet çekici bir liste bizi bekliyor. Başta Ian Fleming olmak üzere senaristlerin yaratıcı davrandıklarını kabul etmek gerek. Çünkü hem karakterler iyi yazılmış hem oyuncular iyi seçilmiş. Tabii başta aklıma Biofeld geliyor. Kel olarak bir sandalyede kedisini okşamasını hiçbir seyirci unutamaz herhalde. Sonra ise Christopher Walken’ın canlandırdığı Max Zorin (A View to a Kill), Christopher Lee’nin Scamaranga’sı (The Man With Golden Gun), Gert Fröbe’nin efsaneleştirdiği, filme adını veren Goldfinger geliyor. Ayrıca oyunculara aşina olduğumdan son dönem filmlerden Sean Bean, Jonathan Pryce ve Mads Mikkelsen’in performansları çok akılda kalıcıydı.
Yardakçılar ise bir o kadar çeşitli ve geniş yelpazeye sahip. Hepsi ayrı tatlar barındırsa da Oddjob (Goldfinger) hep başta yer alır. Bıçak görevi gören şapkasıyla Oddjob bir başkadır. Birkaç filmde oynayan ve en sonunda iyi olup Bond’a yardım eden çelik dişli Jaws ise her zaman ikinci sıradadır popülaritede. Ayrıca aklımda kalanlar ise şunlar: The Man With Golden Gun’daki cüce, A View to a Kill’de oynayan Grace Jones’un canlandırdığı zenci sadist, Famke Jannsen’in canlandığı başka bir sadist (Goldeneye) ve Benicio Del Toro’nun gençlik günlerini gördüğümüz Dario (Licence to Kill).
Bond’un kendisini unutmayalım. Şu ana kadar 6 kişi Bond rolünü oynadı. Ben bir tek Roger Moore’u beğenmem çünkü bana hep yapmacık gelir. Zaten hiçbir aksiyon sahnesinde kendisi oynamamıştır ve bazı sahnede çok açık belli olur bu durum. En iyi Bond ne olursa olsun ilk olma sıfatıyla Sean Connery’dir. İkinci sırayı bence George Lazenby (hep atlanır ama çok iyidir), Pierce Brosnan ve Daniel Craig alır. Timothy Dalton ise fazla dramatik kalır bu rol için.
En son ise filmlere bakalım: Hepsi belli bir düzeyi tuttursa da Goldfinger, Casino Royale, On Her Majesty’s Secret Service, Thunderball ve From Russia With Love en iyileridir. Ayrıca ben The Spy Who Loved Me, The Living Daylights, Goldeneye ve You Only Live Twice’ı beğenirim. En kötüsü de Die Another Day’dir açık ara.
Toparlasak Bond tüm öğeleriyle bir bütündür. Bond filmleri, sinema tarihinde özel bir yere sahiptir. Bir sürü filmi etkilemiştir ki saymakla bitmez bunlar. En ünlüsü de Indiana Jones serisidir. Bond karakteri azla ölmeyecek nadide edebiyat karakterindendir ayrıca. Ian Fleming’in yarattığı karakteri daha çok göreceğiz. En yakın tarihlisi de Quantum of Solace. Çok değil, kasımı bekleyeceğiz.
Öylesine Notlar – 4
- Demin 1952 yapımı Kanun Namına’yı izledim. Yarıldım. 2008’de bu filmi izlemek kahkahalara vesile oluyor. Bir kere senaryo çok düz ve aleni. Her şey öyle çabuk oluyor ki gülmemek çok zor. Daha filmin 5. dakikası kötü kadın Ayhan Işık’a yalvarıyor: “Nazım, ben seni seviyorum!” Işık’ın karakteri Nazım’ın cevabı ilk kahkahanızı attırıyor: “Ama ben Ayten’le sevişiyorum.” Sevişmekten kastı da öpüşmek, zaten umumi yerdeler. Daha neler oluyor neler. Sizin için iki diyalogu not aldım: “Aklıma fena ihtimaller geliyor.” ve “Maalesef sana fena bir havadis vericem.” Öykü yapısı da komik. Ama birkaç güzelliğe de rastladım. Mesela Ayhan Işık, The Bourne Supremacy’deki gibi (Üstelik ondan 50 yıl önce) köprüden tekneye atlıyor. 50’lerin İstanbul’unu da görüyoruz ayrıca. Valla ben çok eğlendim, tavsiye ederim.
- Ramazan başladı, medya da ona uydu. Gazeteler özel sayfalar hazırlıyor. Televizyonda çok özel programlar keza. Bana ters geliyor, 11 ay takılıp 1 ay Müslümanlığı hatırlamak. Hele Fox’ta Ramazan’a özel bir magazin programı yapmışlar ki sormayın gitsin.
- 11 ay takılıp, 1 ay Müslümanlık yapan tüm Türkiye aslında. Bu ay boyunca içki içilmez, açık saçık giyinilmez, küfredilmez, yoksullara yardım edilir, vs. Bana ikiyüzlülük gibi geliyor. Üstelik kandırdığın kişi Allah! İçki içmeyeceksen hiç içmezsin, içeceksen de “Ben Ramazan’da içmem.” deyip kendini kandırmanın anlamı yok. Ben mi yanlışım?
- Bring Me the Head of Alfredo Garcia kesinlikle izlenilmesi gereken bir film. Neden mi? Bir kere çok iyi bir aksiyon filmi. Bir aksiyon filminde izlemek isteyeceğiniz her şey filmde mevcut. Daha da önemlisi, insanlığın para uğruna kokuşmuşluğunu tamamen gözler önüne seriyor. Zaten çoktan ölmüş bir adamın kellesi uğruna kaç kişi ölüyor inanamazsınız. Ben filmi favorilerim arasına soktum bile.
- Şimdi moda eski Türk romanlarının modern uyarlamaları. Yaprak Dökümü ile başlayan furya hızla devam ediyor. Dün de Aşk-ı Memnu başladı. Ne zaman sona erecek bakalım?
Bu roman uyarlamaları sayesinde özel isim dağarcığımız gelişiyor. Behlül, Bihter, Peykar, Ferhunde gibi. Ama bu işi esas başlatan Bizim Evin Halleri’dir. Oradaki isimlere hayranım: Peyami, Rikkat, Nedime, Misket, Rüzgar, Şadan,… Bakalım Artun adını ilk hangi dizi kullanacak? - Gündem gitgide kızışıyor. Gülsem mi, ağlasam mı bilemiyorum. Herkes rakibini suçluyor. Suçlanan eteğinde ne varsa döküyor. Kimin kozu daha iyiyse kazanacak lakin sonuçlanana kadar da kaç fırtına kopacak kim bilir?
- Rusya, Karayipler’de ilk tatbikatını yapacakmış. Israrla Soğuk Savaş’ı görmezden gelenlere duyurulur.
- Almanlar Deniz Feneri olayına çok şaşırmış. Tabii bu kadar açıktan para hüplemeyi anlayamıyorlar. Oysa ki burası Türkiye!
- Dün gece uyku tutmadı, Nisa Suresi’ni okumaya başladım. Surenin ilk 9 ayeti açık şekilde “Yetimin hakkı yenmemelidir. Cezası cehennem ateşidir.” diyor. Şimdi Türkiye’de yetime, aça, susuza, muhtaca para toplayanlara bakıyorum. Hepsi İslami dernekler ve sonunda paraların yok olduğu çıkıyor bir şekilde. Bunlar ne biçim Müslüman aklım almıyor?
- Sabık Genelkurmay Başkanı Büyükanıt hakkında bir sürü iddia ortada dolaşıyor. Hepsi de gayet negatif. İşin daha ilginci Büyükanıt hepsine karşı suskun.
- Dawson’s Creek’e lisedeyken başlamıştım. Sonra geçen yıl özlediğime kanaat getirip bütün sezonları bir daha izledim. Her ne kadar klişeler diz boyu da olsa sevimli bir dizi, kendini izlettiriyor. Benim gibi aşırı duygusallara birebir. Ayrıca sinefiller açısından 1. sezon mutlaka seyredilmesi gerek. Ses kaydındaki şarkılar çok iyi. Son zamanlarda ‘Songs from Dawson’s Creek’ adlı 2 CD’lik albümü dinliyorum. Farklı tatlar barındırıyor.
- Düne kadar megalomanyaklık denildiğinde aklıma Murat Evgin gelirdi, artık Erol Büyükburç gelecek.
- Dün televizyonda izledim Erol Büyükburç’u, nevi şahsına münhasır derler ya tam karşılığı resmen. Kendisine “Türk pop müziğin mimarı” diyor. Düşündüm ve aklıma hiç Büyükburç şarkısı gelmedi. Benim bildiğim ilk pop şarkısı ‘Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’tur. Hadi ben bilmiyorum, kimseden de duymadım ve ya okumadım. Kendisine mimar diyen birinin günümüze gelen tek şarkısı olmaz mı ya? Bugün Ajda Pekkan, Erol Evgin denildiğinde o eski şarkılar hemen akla düşer. Keza şu an gündemde olmayanların şarkıları bile kısmen bilinir. ‘Malabadi Köprüsü’ vardır, Deli Kızlar vardır filan. Ama hiç Büyükburç şarkısı yok akıllarda.
- Büyükburç’un ‘Şarkı Söylemek Lazım’da yaptığı şov da gösterildi. Yarıldım gülmekten. Megalomanyaklığın bu kadarına da pes.
- John C. Reilly, Empire’daki röportajında “ ‘Google’da hiç kendiniz mi aradınız mı?’ diye sormak birisine ‘Hayatında hiç mastürbasyon yaptın mı?’ diye sormak gibidir.” demiş. Amerika için doğru olabilir de Türkiye için daha erken ama şöyle denilebilir: “Düzenli bir internet kullanıcısı mutlaka Google’da kendini aramıştır.” Ben de aramıştım 5 yıl önce. Ego tatmini işte.
- Geçenlerde Alinur Velidedeoğlu dedi, dizilerimizin iyi olmadığını. Saba Tümer de bazıların iyi olduğunu söyledi. Şimdi dizilerin kalitesi biraz da bakış açısına bağlıdır. Artık bazı dizilerimizin öyküsel anlamda iyiye gittiği bir gerçek. Senaryo bakımından da gelişmeler var ama daha alınacak çok yolu var. Öncelikle süre sorunu var. Kanal D müdürü, röportajında reklam sektörünün yeterince gelişmediğinden sürenin uzadığını söyledi. Yani 300-400 bin YTL’lik maliyetler ancak 3-4 reklam arasında karşılanıyor. Yurtdışında durum nasıl peki? Dram dizileri 42 dakikadır, reklamlarla 1 saat olur. Komedilerse 21 dakikadır, reklamla 30 dakika olur. Ama mesela Seinfeld’de yayınlanan reklamın saniyesi 200 bin dolardı, yanlış hatırlamıyorsam. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Daha 15 yıllık bir özel televizyon geçmişi olan ülkemizde reklam sektörü stabil hale gelmeden dizilerimiz uzun olmaya ve bunun sonucunda da senaryolar şişkin olmaya devam edecektir. Başka bir bakış açısı da yan karakterlerin ve figüranların oyunculuğu. 3. ve sonraki kişilerin oyunculuklarına dikkat edilmedikçe dizilerimiz ciddi manada dikkate alınmayacaktır. Alinur amcam da olaya bu açıdan yaklaştı. Çünkü yurtdışında konuk oyuncular bile döktürür.
- Aşk-ı Memnu Türk dizi tarihinde bir ilki gerçekleştirdi ve HD kalitesinde yayınlanmaya başlandı. İşte Kanal D, diğer kanallardan bu yüzden önde, seyirciye değer veriyor.
- Yine Aşk-ı Memnu‘dan bahsedecek olursak, en büyük sorunu öykünün günümüze uyarlanamaması. 2000’li yıllarda 1880’lerin öykü yapısı çok sırıtıyor.
DVD’nin 10. Yılı
Empire’ın yeni (Eylül) sayısında okudum: DVD teknolojisi ülkemize geleli tam 10 yıl olmuş. Benim sinema ilgimin de ciddileşmeye başlaması 99’ yılına denk gelir. Çok iyi hatırlıyorum, Sinema dergisinde DVD bölümü sadece 2 sayfaydı o zamanlar. DVD player zaten çok az kişide vardı o zamanlar. Hele DVD almak çok nadirdi çünkü çok pahalıydı. 2002’de bir DVD 30-40 YTL arasındaydı.
Benim DVD ile tanışmam 2003’ün yazına denk gelir. ÖSS’den yeni kurtulduğumdan içimde kalan bir ukdeyi gerçekleştirmek istedim ve gidip PC’me bir DVD-Rom aldım. Sıra gelmişti ilk DVD’me. Ablamla gittiğim D&R’dan izlemeyi en çok istediğim filmi seçtim: Baba üçlemesi. Doğal olarak 3 film içerdiğinden fiyatı 100’e yakındı. Neyse alındı ve itinayla eve getirildi. Özenle açılıp içine bakıldı. 3 filmin 4 DVD’si ve bir de ekler DVD’si vardı. İlk filmin DVD’sini DVD-Rom’a koydum ama çalışmadı. Sorunu birkaç dakika sonunda çaktım: DVD player programı yoktu. Hemen netten bir program bulup yükledim, sanırım Power DVD’di. Böylece DVD dünyasına da ilk adımımı atmış oldum. Hala o ilk DVD’nin bendeki yeri başkadır, zaten The Godfather da en sevdiğim filmdir.
Aradan 5 yıl geçti ve bendeki film sayısı 100’e yaklaştı. Bir arşiv halinde, alfabetik sıralı şekilde odamdaki komidinin üstünde duruyorlar. İçlerinde sevmediğim film yok tabii çünkü özenle seçtim hepsini. Empire’ın verdiği birkaç sıradan film var ama onlar bile belli bir düzeydeler. En vasatı hangisi derseniz yine de seçim yapamam. Lakin en sevdiklerim belli: The Godfather Triology, LOTR Extended Triology, Woody Allen Box Set, Notting Hill ve When Harry Met Sally…
Tabii arşivime kattığım için gurur duyduğum bir sürü film de var. Sadece birkaçını sayıyım ama ötekiler alınmasın: The Rocky Horror Picture Show, Citizen Kane, Apocalypse Now Redux, Selvi Boylu Al Yazmalım, 2001: A Space Odyssey, … Gerçekten dünyada en gurur duyduğum şey, DVD arşivimdir. Gerçi Rapidshare üyeliğimden sonra açlığım azaldı ama yine de DVD’nin yeri apayrı gerçekten. İstediğiniz an seyredebilmeniz, ekstraları, koleksiyoner kutuları derken sahip olmak için bir sürü nedeniniz var.
Bu yazı fazla subjektif oldu ama konu DVD olunca dayanamıyorum. Bu arada DVD ileride yerine Blue-Ray-Disc’e bırakacakmış. Olsun, DVD’nin yeri bende hep özel olacak.
Son Yorumlar