Arşiv
İstanbul’dan Kısa Anılar
- 2,5 ay sonra İstanbul’a gitmek bende pek bir heyecan yaratmadı. Ne kadar sevsem de döneceğimi bildiğim için bir eksiklik fark ediliyor.
- İstanbul, her yerde olduğu üzere, hem değişmiş hem de değişmemiş. Neyin iyi neyin kötü olduğu birbirine karışmış durumda.
- Cuma akşamı İstiklal’e çıktım direkt. Caddenin başları tenha gibi geldi, yaz rehavetine bağladım. Asmalımescit ağzına kadar dolu olarak en kalabalık yerdi. Nevizade coşkulu da olsa adım atmaya yer bulunuyordu gayet.
- Gece 1’de Kanyon’a girdim ve sadece 3 dakika kalmama karşı birkaç değişiklik sezerek kendime hayret ettim.
- Cumartesi boğaz gezisine çıktım vapurla. İDO seferi son 4 yılda neredeyse %400 zamlandırmış. Tuttuğu kesin de biraz daha insaf ya.
- Denizden İstanbul pek salimdi. Yalıları göz kamaştırıcıydı.
- Anadolu Kavağı’nda kaleye çıktım. İnsanlar manzaraya karşı eğleniyorlardı. Yanımdaki çocuk plastik su şişesini hop diye ormana fırlattı. Aileden ses çıkmadı. İşte biz buyuz sayın okuyucular!
- Beykoz’da Balıkçı Barınağı’nda balığımı yedim. Balığı pek sevmememe rağmen beni mutlu ediyor bu yer. Harika yapıyor balığı.
- Yeniköy-İstinye arası yürümek her zamanki gibi huzur vericiydi.
- İstinye Park gereksiz yere doluydu. Hatta yabancı bir turist kafilesi bile vardı. Koca İstanbul’da gidecek yer mi kalmadı acaba?
- Nişantaşı aynıydı. Tikiler her yerdeydi!
- Cumartesi akşamı İstiklal havasını bulmuştu, gayet kalabalıktı. Ara sokaklar bile cıvıl cıvıldı.
- Cihangir’de ara sokaklardaki mekanlar bile tıklım tıklımdı. Merdivenlerde oturdum, orası bile kalabalıklaşmış. Midye tezgahı açan bile vardı. Oysa çok değil, 1 yıl önce merdivenler gayet sakin oluyordu.
- Pazar sabahı sakindi etraf. Bebek gayet tenhaydı.
- Bebek’teki ilginç tezatlık kozmopolitliği vurguluyordu. Bebek Parkı’nda denize giren fakir tabakanın dibinde zengin kesim yürüyordu ve ikisi de birbirini umursamıyordu.
- Bebek-Ortaköy arası çok hoş bir yürüyüş yaptım. Ama Ortaköy’ün gereksiz kalabalığı beni boğdu.
- Hepsinin toplamı bana garip bir huzur verdi, hiç sıkılmadığım bir gezi oldu.
- Yukarıdaki rota yanımdaki arkadaşımı gezdirmek içindi. İstanbul’u bilmeyen birini gezdirmek için 2 gününüz varsa kullanabilirsiniz.
- Bir dahaki gelişimde Moda’da yürümek istiyorum. Belki bir de meyhane yaparım.
Bir İstanbul Seyranı
Bu sefer İstanbul daha bir güzeldi. Nedeni belirsiz. Daha çok keyif aldım, daha çok yer gördüm, daha çok arkadaş gördüm. İstanbul da sanki narin bir kız gibiydi, sürekli bana “Bak ne kadar güzelim ama sen benden uzaktasın.” der gibiydi.
Çarşamba günü her zamanki gibi hızlı bir Nilüfer yolculuğuyla başladı her şey. Daha İstanbul’a iner inmez arkadaşlar kokumu duymuş. Servisle Makine’nin önünden geçerken EPGİK’ten Yiğit aradı: “Abi seninle konuşmam gerek.” Telefonda hallediverdik sorunu. Ben de hemen Cihangir’de Gaea&Baykuş Sanat Evi’ne gittim. Orta okul kankam Barbaros ortaklarından biridir. Mekana bir tanıtım filmi çektirmek istiyormuş, beni düşünmüş, sağ olsun. Konsept hakkında uzunca konuştuk. Belalım ekonomik kriz onu da vurmuş, derin bir sohbet de kriz hakkında yaptık. Gitmeye yakın oda arkadaşım (eski oldu gerçi) Engin damladı. Engin’le oradan çıkıp İstanbul’daki ev sahibim Şero’yu beklemeye başladık. Şero vizeden çıkınca yine Cihangir’de çok ilginç bir lokantaya misafir olduk. ‘Misafir olduk’ dedim çünkü mekan evden farksızdı, zaten çok leziz ev yemekleri yapıyor. Cihangir’de olması sebebiyle sunumu gayet şık, kare tabak filan. Ama fiyatları şaşılası biçimde ucuz. Üç kap yemeğe sadece 5 YTL ödedim, hala şoktayım. Mekanın adı Pazı, şiddetle tavsiye ederim. Ardından bir cafede hafiften lafladık. Uzun gün böylece nihayete erdi.
Perşembe günü Şero ile öğlen yemeği ve ufak bir batak partisiyle başladı. Sonra ayaklarım beni ne hikmetse Maslak’a yönlendirdi. Okul hem değişmiş, hem değişmemiş. Metro inşaatı çehreyi değiştirmiş ve kampus hayatındaki değişiklikler dikkat çekici, mesela kütüphaneye bir tiki cafesi açılmış. Diğer yandan İTÜ bildiğiniz gibi, somurtkan tipler cirit atıyor. Yurt depozito işimi hallettikten sonra Müge ile biraz lafladık. Ders lafından hala sıkıldığımı o zaman anladım. Ne ise ardından Cevahir’e yollandım. D&R’da dolanırken sadece “Cevahir’deyim.” dediğim Engin beni buluverdi. Çok şey paylaşmışlık bu olmalı. Ertesinde Gloria’da kahve içerken entel takılarak beraber kitap okuduk. Şero damladığında yemek için sadece 15 dakikamız kalmıştı. Bu acele yemekten sonra Devlet Tiyatrosu’nda Ful Yaprakları’nı seyrettik. Türkiye için gayet modern, hatta postmodern bir oyundu. Bol felsefik diyaloglarına rağmen asla sıkmadığı kesin ama her beğeniye de uymaz.
Cuma yine Şero ile öğle yemeğiyle başladı. Niyetim boğazda güzel bir yürüyüştü. Ufak zihin fırtınalarından sonra Akmerkez’e kadar yürüyüp Ortaköy otobüsüne bindim. Ortaköy’den başladım yürümeye. Kulağımda Ipod, yavaş adımlarla Kuruçeşme’ye geldim. Oradaki bir parkta oturup biraz kitap okudum. Sonra Bebek’e kadar yürümeye devam ettim. Bebek’in ünlü badem ezmesinden 50 gram alıp (kilosu 100 YTL) Makine’ye gittim. EPGİK simalar haricinde değişmemiş. Aynı heyecanla çabalıyorlar ve eğleniyorlar. Ortabahçe toplantısı benim için eski günlere dair güzel bir yad oldu ama kulüp toplantılarının beni ne kadar sıktığını da hatırlamış oldum. Toplantıyı bitirmeden meydana çıktım. Atletizm tayfasıyla özleştik. Önce Asmalımescit’te bir yemek, ardından bir bar faslı. Barda bir içme oyunu oynadık. Herkesi daha iyi tanısam daha eğlenceli olacağı kesindi. Taksim’den sonra Kanyon’da Şero ile Hale’ye katıldım. Zaten onlar da kalkmak için beni bekliyorlardı Numnum’da. Günü güzel bir tavla maçıyla noktaladık.
Cumartesi sözde Şero, Hale ve İso’yla gezecektik. Şero’nun ani bir toplantısı çıkınca planlar suya düştü. İso’yu Kanyon’dan aldım. Burger King’te yemeğin ardından İstiklal’e çıktık. Pandora’nın yeni açılan (6 ay oldu gerçi) İngilizce kitapçısını inceledik. Enfes kitaplar vardı lakin okumaya zaman yetmez. Asmalımescit’te bir tavla attık. Ardından Karaköy’e indik. Batan iskeleyi şaşkınlıkla gördük, daha doğrusu göremedik. Odakule’de bir kahve içerken Şero aradı, eve dönün dedi. Engin’i de alarak evin yolunu tuttuk. Gece batak ve hemen ardından king partisiyle geçti. Disco Kralı’na biraz baktıktan sonra yattık.
Pazar günü uyanmamız 13.30’u buldu. Giyinip çıkmamız 15 etti. Şero’nun geldiğimden durmadan söylediği ciğerciye gittik. Levent’te Edirne Köftecisi’ni size de tavsiye ederim. Ciğeri, yoğurdu ve peynir helvası muazzam. Mideniz bayram ediyor resmen. Sonra Taksim’de yine king ve batak attık. İstiklal’i boylamasına yürüdük. Tramvay’da yenilen tatlının ardından eve döndük. Üçlü bir batak partisiyle günü sonlandırdık.
Pazartesi günü de İso ile beraber Bursa’ya döndük ve bu seyran da böyle bitti. Geriye anılar kaldı, bloga eklemek üzere.
Ankara, İstanbul Gezisi
Geçen perşembe Ankara’ya gittim, iki mülakata gitmek için. Lise 2’deki ODTÜ gezimden sonraki ilk Ankara yolculuğumdu. Daha önce hiç Ankara’da kalmamıştım, hafif gergindim. Neyse ki İbrahim Amca ve Beyhan Teyze sayesinde gayet rahat bir gezi geçirdim.
Ardından İstanbul’a geçtim, hem birkaç arkadaş görmek için hem de Filmekimi’ne gitmek için. 4 gün kaldığım İstanbul, nedense beni neşelendirmedi. Oysa ki İstanbul’u çok severim, film festivalleri benim en sevdiğim etkinliktir ve en önemlisi nicedir göremediğim en yakın arkadaşlarımla bir arada olacaktım. Ama bu saydıklarım umduğum kadar moralimi düzeltmedi. Birkaç not halinde bu geziden çıkardıklarımı yazacağım:
- Öncelikle Ankara’daki mülakatlarda önceden savunduğum “Kendin ol!” mottosunun çok geçerli olmadığını anladım. Hafif politik olmak lazım.
- Ankara’da hep araba üstünde olsam da gözlemlediğim kadarıyla yaşayabileceğim bir kent. Ne çok canlı, ne çok sakin. Yeni bir hayata başlamak için ideal.
- İstanbul’u aslında pek özlemediğimi fark ettim. Yalnızlığa alışmanın zararları.
- Dali sergisine gittim bahaneyle. Picasso’daki gibi pek bir şey anlamadım ama çok bilgilendim. Dali’nin kim olduğunu biliyorum artık. Sürrealizmi ise daha iyi kavradım.
- Sergide en akılda kalıcı şey Dali’nin bir sözüydü: “Dali ile bir deli arasındaki fark basittir: Dali deli değildir!”
- Yine de bir sergi için İstanbul’da yaşamanın gereksiz olduğunu anladım. Ufak ziyaretlerde de görebilirsiniz etkinlikleri.
- İstiklal beni 3 günde sıktı. En güzeli 2-3 ayda bir ziyaret etmek.
- Emek’te film izlemek eskisi kadar heyecanlandırmadı beni. Bilgisayarda çok film izlemenin zararı olabilir.
- Festivale de ısınamadım. Gerçi Filmekimi’ni hiçbir zaman çok beğenmemişimdir ama…
- Bu yılki festivalde çok dangalak vardı. Bariz film izlemek için değil, ortam yapmak için gelmişlerdi. Gereksiz kalabalık yaratıyorlar. İşin en kötüsü de her geçen yıl artmaları.
- Şunu çok iyi anladım: Ben depresyondan çıkmadıkça en sevdiğim şeyler bile boş geliyor. O yüzden yalnız kalmak en iyisi.
Not: Şero’ya sonsuz teşekkürler.
Ufak Bir Ege Turu
Haziran bitti ama koşuşturma bitmedi. Bursa’da 4 gün kaldıktan sonra anneannem ve annemlerle güneye indik. İlk durağımız Kuşadası’ydı. Şunu bir daha anladım: Kuşadası gün gittikçe anlamını yitiriyor. Mahvediyorlar kenti. Ama gariptir denizi hala çok güzel. Nerde o çocukluğumun Kuşadası’sı!
Ertesi gün bu sefer 2. dereceden kuzenim olan Evren Sungur’un düğününe katılmak için Muğla’ya gittik. Bu arada belirtmem gerek, Evren Abi Amerika’da yaşıyor ve gelin de Tayvanlı, yani düğün baştan sürprizlere gebeydi. Neyse Muğla’ya varıp otele yerleştik. Annemler 2 olmadan gitmeye hazırlandı. Ben ses çıkarmadım ama düğün için çok erken olduğu açıktı. Neyse düğünün yapılacağı Muğla’nın yaylası diye adlandırılan mevkideki ailenin çiftlik evine doğru yola koyulduk. İlk gelişme çok erken yaşandı, daha yayla yolunu sorarken düğüne giden bir arabaya rastladık. (Meğerse düğün 1000 kişilikmiş!) Daha eve gelmeden ‘DÜĞÜN EVİNE GİDER’ tabelasına rastladık. Biraz ilerde ise ‘DÜĞÜNE GELENLER İÇİN PARK YERİ’ tabelasına rastladık ki ben ilk dumurumu yaşadım. Çiftliğe girince ise esas dumuru yaşadım: Düğün çoktan başlamıştı! Saat daha 2.30’du. 3.5 dönümlük araziye tamamen masa atılmış, bazıları dolu, davul-zurna ikilisi almış başını, her yerde gözünü sevdiğim Yörük kadınları, gelinle damat da köşede gelenleri karşılayıp gidenleri uğurluyor. Yani durmadan (yaklaşık 10’a kadar) birileri oturup birileri kalktı. Gelenlere hemen keşkek, etli nohut, kuru fasulye, pilav, salata, yoğurtlu kızartma ve sütlaçtan oluşan yemek takdim ediliyor. İçki sınırsız, bahçenin ortasında bar kurulmuş zaten. İsteyenler oynuyor. Tam bir cümbüş yani. Bu arada damat ile gelinin arkadaşları 6’ya doğru geldi, uluslar arası bir topluluk: Hintli, Trinabad&Tobaccolu, Rus, vs. Bu hengamede kına töreni yapıldı! Tayvanlı’ya Yörük kıyafeti giydirdiler ve kına yaktılar. Kızın etrafı kadınlarla çevrildi. Sonradan annem anlattı, kına yakılınca, arka planda da ‘Yüksek Yüksek Tepelere’ çalarken herkes “Ağla! Ağla!” diye tempo tutmaya başlamış. Ama gelin Türkçe bilmiyor, gülerek onlara bakmış “Ne diyor bunlar şimdi?” anlamında. Ben yarıldım tabii. Biz 11 buçuktan sonra kalkabildik ki daha düğün devam ediyordu!
Ertesi gün kahvaltıdan sonra Gökova’ya geçtik. Çünkü düğünün kokteyli buradaki bir otelde yapılacaktı. Aslında Gökova bir bölge adı, yerleşim adı değil. Akyaka beldesi Gökova’nın tek yerleşimi. Biz de kokteylin yapılacağı otele yerleştik. Sonra küçük bir tur attım beldede. Şirin bir belde, beyaz evler, ufak bir plaj, etraf sarp dağlarla çevrili, Ören’den (Milas’taki Ören) farkı yok. 4 gibi annem, babam ve ben Azmak turuna çıktık. 30 dakikalık tur denizden 2 km önce kaynayan Azmak deresini kapsıyor. Yanlarda sazlıklar, su berrak ve çok soğuk, 4-5 °C civarındaydı ayağımı soktum çünkü; yüzemedim, anne faktörü vardı. Su berrak olduğundan içi harika görünüyor, akvaryum misali ve içinde büyük balıklar hemen göze çarpıyor. Turdan sonra kokteyle hazırlandık, 3 saat sürdü sadece! Anlatacak çarpıcı bir şey olmadı.
1 gün daha Akyaka’da kaldık. Onda da 9 saatlik bir tekne turuna katıldık. Güzeldi gerçekten. Ege’ye hayranım zaten. Dağların denizle buluşması, makiler, denizin enfes tonlarına çocukluktan hastayım. Teknenin tepesinden güneşlenerek, kulağımda iPod, enfes manzarayı seyre daldım. Akbük, Cleopatra Plajı (buranın kumları çok özelmiş (!), koruma altında, girişi 10 YTL ama Kadınlar Denizi’nden pek farkı yok), Altınkum ve Lacivert Koyu’nda yüzdüm. Deniz çok güzel gerçekten ama burası bence 2 yolla gezilmeli ve ikisinde de araba kullanılmamalı:
1) Ören’den başlayarak yürüyerek. Sırtta çanta, ayakta terlik ve mayo, yanında ufak bir erzak ve çadır. Datça’ya kadar.
2) Mavi yolculuk. Yavaş yavaş, keyfe vararak.
Bursa’dan çıkışın 5. günü ufak bir Milas yaparak (dedemin mezarını ziyaret ettik ve bal aldık) Kuşadası’na döndük. Ertesi gün ise yine Bursa’daydım.
Bu ufak yolculuktan şu 2 kararla döndüm: Çok yakın bir arkadaş ve ya akrabamın olmadıkça asla düğüne katılmayacağım ve evlenirsem – ki çok zor – düğün yapmayacağım. İkincisi ise, kısmet olursa Çanakkale-Antakya sahil gezisini tek başıma da olsa yapacağım.
Almanya Günlükleri-3
Dresden garip bir yer. Tam adını benim de koyamadığım bir tat veriyor insana. Sanat, tarih, eziklik ve Almanlığın birleşimi sanki. Eziklik çünkü şehrin 2. Dünya Savaşı’nda harap olmasının getirdiği bir duygu var. Öbür türlü, şehir tam bir sanat şehri. Eski şehrin her adımında bir müze var. Görkemli binalara köprüler ekleniyor. Ama nedense Edinburgh’un verdiği tada ulaşamıyor. Belki de savaşın bir getirisi. Eski şehrin dışında kalan alan 1945’ten sonra yeniden inşa edilmiş. Gerçi eski şehrin de çoğu kısmı yeniden restore edilmiş ama yeni ile eski arasındaki bir bıçakla ayrılmış kadar belirgin.
Dresden, müzeler olmasa bir günde her yeri gezilebilecek bir şehir. Eski şehri turlamak en fazla 2 saatinizi alır. Yemek yiyip Elbe kenarında yürüseniz ve dünyanın en eski teleferiğine binip şehri yukardan seyir eyleseniz bile 1 gününüzü almaz. Kadınlar için alışveriş yapacak pek bir yer de yok. Ama müzelere 4–5 gün ancak yeter herhalde. ‘Historische Museum’ diye bir resim müzesi gezdim. Benim gibi resimden anlamayıp hızlı hızlı tablolara göz gezdiren biri bile 2 saatte bitirebildi tüm müzeyi. Rafael başta olmak üzere Rönesans ressamlarından oluşan koleksiyon gerçekten de göz kamaştırıcıydı. Ayrıca Otto Dynx ile adı C ile başlayan ünlü bir ressamın (Martin Luther’in kankasıymış) özel koleksiyonları bulunmaktaydı. Bir de Dresden ve çevresine dair 16. ve 17. yüzyılda yapılmış tablolar bulunuyordu müzede.
İkinci olarak şehrin eski hükümdarlarından Güçlü August’un hazinesini gezdim. ‘Yeşil Hazine’ denen bina tamamen hazine için –zamanında- özenle hazırlanmış bir yapı. Odaların iç mimarisi bile göz kamaştırıcı. İçindeki mücevher, heykel, porselen, kristal başyapıtlar baş döndürücü güzellikte.
Aslında Dresden’e 4 gün ayırıp, müzeleri tavaf edip, aralarda biranızı yudumlayarak gezip bir daha da uğramayacaksınız. İşte Dresden böyle bir kent.
Almanya Günlükleri-2
Avrupalıların hepsi aynı, çevre manyağı. Hepsinin altında bir bisiklet ya da ayağında yürüyüş ayakkabısı. Haftasonları her yer onlarla dolu. Mekan pek fark etmiyor aslında. Kah Freiberg’in maden atığı taşlı yolları, kah Dresden’de Elbe kıyısı boyu, kah Saksonya’nın kum dağları. Her yer engellisi, çocuğu, genci, yaşlısı dememden onlarla dolu.
Dresden’in biraz güneyinde kalan kum dağları, sanki sadece yürüyüş amaçlı yaratılmış. Dağın dibindeki yerleşim birimi ise sadece yürüyüşçülere hizmet vermekten ibaret. Elbe kıyısındaki birimde köprü yok, 30 metre genişliğindeki nehri feribotla geçiyorsunuz. Bir Türk’e garip gelse de doğal güzelliği korumak için yapılmıyor herhalde. Başka mantıklı bir açıklama bulamadım. Her neyse, dağın tepesine tırmanmak kolay ama yorucu. Kolay çünkü her yerde merdiven ve düzgün patikalar var (adamlar koca kayayı delip merdiven yapmış!). Yorucu çünkü bine yakın abuk sabuk basamakları çıkıyorsunuz. Ama yorulduğunuza değiyor. Zirvede enfes bir manzara sizi bekliyor. Nehir kenarındaki yerleşim birimine tepeden bakmak gerçekten hoş bir duygu. Ayrıca zirveler arasındaki taş köprülerden geçmek de çok hoş.
Almanya Günlükleri-1
Almanya tam umdugum gibi, dakik trenler, insanlar; bakimli tarlalar. Hersey bir duzen icinde. Dresden´e indigimde hic zorlanmadan trenleri buldum ve Freiberg´e vardim. Freiberg eski bir maden kasabasi, gümüs madeni 40 yildir tukenmis olsa da maden müze ve egitim yeri olarak hizmet veriyor. Egitim dedim cünkü dünyanin en eski maden fakültesi burada. 200 yili askin gecmisi var. Madene indim ama beni pek cezbetmedi, bildiginiz maden iste. yerin birkac 100 metre altinda.
Öbür türlü Freiberg kücük bir kasaba. Pek gezilecek bir yer degil.
Kaldigim kamp ise Freiberg’in 4 km disinda eski bir matbaa binasi. Simdi sahibi bir ressam ve amaci binayi bir müyeye cevirmek, kamp da ona yardim ediyor iste. Bahce duvarlari yenilenip pencereleri onariliyor, restorasyon asamalari yani. Kampta 9 gönüllü, 2 lider olmak üzere 11 kisiyiz. Kamp ortami biraz soguk olsa da idare ediyorum. Küresel isinma burayi da vurmus yaz ortasi güzü yasiyoruz.
GELECEK YAZI: Kum daglarinda trekking, Dresden ve Harry Potter izlenimleri.
Bu yazi Dresden’de yazilmistir.
Öğrenci Sayfiye Yeri: OLYMPOS
Efendim, sırf sizin için gittim, gördüm, inceledim. Şaka, şaka, bariz kendim için gittiğim bir serüvendi. Serüven dedim ama öyle egzotik bir şey beklemeyin. Mantık sınırlarını zorlamayan, hoş bir haftaydı geçirdiğim. Üç lise arkadaşının okul sonrası yaptığı tatil, desek daha doğru olur galiba.
Neyse, lafı fazla gevelemeden konumuza geçelim. Olympos Antalya’da, Finike-Kaş arasında olan bir sayfiye yeri. Yalnız bu sayfiye yerinde yazlıklar değil, sadece pansiyon, bar ve lokantalar bulunuyor. Bu sebeple de gençlik için uygun. Yani gecenin bir vakti sarhoş naraları atarken sizi uyarıp “Evladım, biz burada uyuyoruz, git başka yerde bağır!” diyecek bir nine yok. Yada siz sevgilinizle dil temasındayken size öküz gibi bakıp sonra da “Bu nesilde hiç edep kalmamış!” diyecek bir amca bulamazsınız.
Gençliğin burayı tercih etmesinin ikinci sebebi de dengi yere göre ucuz olması. Şöyle örnekler vereyim: Efes şişe 4 YTL, 1.5 lt su 1 YTL, gayet doyurucu bir gözleme de 3-4 YTL. Ben İstanbul’dan ucuz buldum kendilerini ama sizi bilmem. Konaklamaya gelince, dediğim üzere her yer pansiyon. Hepsinde ağaç ev, tahta ev, vb seçenekler mevcut. Fiyata göre oda içinde tuvalet ve klima olabiliyor. Tuvalet sizin tercihinizdir ama klimaya pek gerek yok. Bizim odada vardı, pek kullanmadık. Fiyat skalası 22-50 YTL arası. Buna kahvaltı ve akşam yemeği dahil. En azından benim kaldığım Türkmen’de öyleydi. Türkmen, gördüğüm kadarıyla Olympos’un en gözde pansiyonu, ben gayet memnun kaldım. Kola hariç fiyatları uygundu. Yalnız mutlaka rezervasyon gerekiyor. Ayrıca şu önemli detayı ekleyeyim: Mutlaka grupla gidin, tek başınıza sıkılabilirsiniz.
Gelelim Olympos’taki hayata. Bir dere yatağı boyunca ardı ardına dizilen pansiyon ve barlardan oluşuyor Olympos. Bir yerden sonra ören yeri başlıyor. Burası koruma altında, yapılaşma yasak ve giriş paralı (2 YTL) ama öğrenciye beleş. Ören yeri yine yatak boyunca uzanıp denize kavuşuyor. Denize giderken buradan geçmek zorundasınız. Türkmen’den denize 20 dk’da ulaşıyorduk. Ören yerinde yol, zamanın antik yolu. Yol kenarında ve çoğunlukla içerlerde tarihi kalıntılar mevcut. Çeşitli patikalarla hoş yerlere ulaşabilirsiniz. Tiyatro, mabet ve mozaikli şapeli mutlaka görün derim. Tarih bakımından milat sonrasından Osmanlı’ya kadar kent kullanılmış, çok da önemli bir kent değilmiş. Akdeniz-Ege’deki düzinelerce antik kentten biri. Yine de insan, burası Avrupa’da ne olurdu diye kendine sormaktan alamıyor. Dereye ayağınızı sokarak bir müddet yürümek güzel oluyor, mutlaka deneyin.
Denizi dalga olmazsa gayet hoş, derenin yardımıyla hafifi soğuk su akıntıları mevcut. Bu arada dere buz gibi, serinlemek için birebir. Ama sakın önce dereye girip ardından denizde yüzmeyin (hatta dereye sadece ayaklarınız sokun, hiç girmeyin). Sakıncası şu: HASTALIK. Ben ve arkadaşım Ozan bir güzel hastalandık, 1-2 gün zehir oldu, hatta Ozan serum yedi. Yani dere bir hoşluk ama bokunu çıkarmayın. Bu arada deniz taşlık, çıkarken taşlar işinizi zorlaştırıyor, deniz ayakkabısı çözüm olabilir. Güneşi yakıyor, bronzlaşacaklara birebir ama abartmayın.
Denizden çıktınız, pansiyona döndünüz, duşunuzu alıp giyindiniz. Ardında açık büfeden yenmeğinizi yediniz. Sıra geldi eğlenmeye. Sakin bir tatil istiyorsanız, birkaç muhabbetten sonra odanıza çekilebilirsiniz, gayet sessiz oluyor. Film de izleyebilirsiniz. Hem Türkmen’de hem de deniz yolundaki pansiyonlardan birinde açık havada film izleyebilirsiniz. Üçüncü şıksa barlar. En iyisi Gölge Bar. 9-11.30 arası Melisa diye bir kız gitarıyla şarkı söylüyor, gayet başarılı. Ama asıl ondan sonra çıkan Kakao grubu eğlenceli. Bob Marley’den Bon Jovi’ye, Nirvana’da ‘Beyoğlu’nda Gezersin’e eğlenceli bir repertuara sahipler. Çikolata renkli vokalleri ise eğlendirmeyi biliyor. Bundan başka Orange, yörenin tek diskosu, tikicanlar için birebir, değişik ışık şovlarıyla atraksiyon yapmaya çalışıyorlar. Kadir’s’e şöyle bir baktık, pek cazip gelmedi. Ayrıca servisle getirip götüren Road House diye bir mekan var, denemedim. Yine canlı müzik yapan 2-3 yer daha var, ilgimi çekmedi.
Ekstradan paranız varsa çevreye düzenlenen turlara, bilhassa tekne turlarına katılabilirsiniz. Gayet güzel olabilir. Zaten tüm bu dediklerimi yapmak 7 gününüzü doldurur. Bence fazlası da sıkar çünkü haftalık tatil için düzenlenmiş bir yer, Olympos.
Toparlarsak, nispeten ucuz, grup tatilleri için ilginç ve eğlenceli bir tatil beldesi. Hatta alışkanlık yapma ihtimali de var. Gidin, görün, eğlenin, dinlenin.
Son Yorumlar