Başlangıç > eleştiri, film eleştirisi, Fransız filmi, hayat, politika, popüler, sinema, Türk filmi, İstanbul Film Festivali > 19 Mart’ın Gölgesinde Film Festivali İzlenimleri

19 Mart’ın Gölgesinde Film Festivali İzlenimleri

Eskilerde “Erkek çocuk, baba ölünce büyür” sözü vardır. Çünkü sistem öyleydi, evin içinde son sözü daima evin en büyük erkeği söylerdi ve bu, neredeyse tüm toplumsal kurumlarda böyleydi. En büyük erkeğin veya ona mukabil başka bir güçlü erkek personasının sözü, mutlaktı. Bu yüzden de evin ya da o kurumun diğer tüm bireyleri ona bağımlıydı, eksikti, ta ki biri onun yerine geçene kadar.

Belki de binlerce yıldır bir şekilde devam eden bu sistem; önce Aydınlanma Çağı’yla beraber yavaştan, sonra da Sanayi Devrimi’nin ve akabinde başlayan, ama bitmeyen güçler savaşlarının etkisiyle değişmek zorunda kaldı. Önce önemli şehirlerin ileri gelenleri, sonra para sahipleri iktidara ortak oldular. Akabinde farklı ülkeler istedi ve şimdi de kadınlar ile diğer tüm insanlar gücü / iktidarı paylaşmak istiyor.

Günümüzde bu isteğin sancılarını çekiyoruz. Nasıl Almanya, İtalya ve Japonya’nın sistemde söz sahibi olmak istemeleri gezegene iki dünya savaşına mal olduysa ve istedikleri bir şekilde olduysa; bu talep de bir şekilde çözülecek. 

Belki türümüz yok olacak ama eski sistemin devam etme şansı yok artık. Mevcut sistemin idarecileri ve güç sahipleri öncelikle bunu kabul etmek zorundalar. Daha fazla ezmekle, yok saymakla veya anlık çözümler bulmakla eski sistemi daha fazla idare edemezler.

Quand Vient L’Automne

Bir film izlenimleri yazısı için sert bir giriş oldu. Ama bu yılki İstanbul Film Festivali’nin programı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla başlayan sürecin hemen başında açıklandı. Dolayısıyla insan ister istemez gündemi meşgul eden olayları birbirine paralel, hatta bazen onları harmanlayarak düşünüyor. 

Zaten yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, 19 Mart 2025 sonrası halkı sokağa döken unsur, sadece İmamoğlu ve diğer bir sürü insana yapılan haksızlıklar değil. Otoritenin uzun zamandır onları umursamadığının ve gücünü devam ettirebilmek için alenen her şeyi mübah sayması, halkın hatırı sayılır bir kesiminin sessiz kalmak istememesine yol açtı. İmamoğlu olayı bardağı taşıran son damlaydı.

Otoritenin baskıyı arttırması, ne yeni bir durum ne de ülkemize has. Hâl böyle olunca da tüm dünyadan gelen filmlerle yapılan bu festivalde de otoritenin ve ona karşı çıkışın izlerini bulmak zor olmuyor.

Filmlere geçmeden olayların festivali doğrudan etkileyişine de bir örnek vereyim: 19 Nisan Cumartesi Atlas Sineması’nda gösterilecek iki filme biletimiz vardı eşimle. Planımızı da ona göre yaptık ama daha evden çıkmadan Taksim ve Şişhane metro duraklarının kapatılacağını öğrendik. Çünkü o akşam CHP, İstiklal Caddesi boyunca Gazze’ye destek yürüyüşü yapacakmış. Sözde bizim iktidar da Gazze’nin yanında ama CHP ne yapsa engelleme peşinde ya…

Öldürdüğün Şeyler

Otobüsle gittik meydana bir şekilde. Daha 15.00 civarında meydan polis kaynıyordu. Biz ilk filme 16.00’da girdik. Çıkarken telefona gelen mesajları gördüm, 19.00 ve 21.30 seansları İstiklal’e erişim engellendiğinden iptal olmuş! Caddeye bir çıktık: Her yer polis, her sokak çıkışı kapatılmış! Galatasaray Lisesi önüne geldik ki koca bir barikat var! Çıkış serbest ama mazeretin yoksa içeri almıyorlar.

Kısacası CHP’yi yürütmeme inadı yüzünden bir cumartesi gecesi İstiklal’in en işlek bölgesini kapadılar. Yapılan planlar, kaybedilen kazançlar…

Quand Vient L’Automne (Sonbahar Gelince – When Fall is Coming / 2024)

François Ozon’un son filmi, taşrada yaşayan yaşlı bir kadının tek kızı ve torunuyla gelgitli ilişkisi üzerine. Eseri başlı başına kuşak çatışmaları üzerinden okuyabiliriz. Dolayısıyla film “Bir ilişkideki gücü kim, nasıl ele geçirir?” sorusuyla oynuyor. Ozon, zaten sinema dilini kullanarak muğlaklıklarla oynamada ustalaşmış bir senarist-yönetmen.

Çoğu kalburüstü Fransız yönetmen gibi Ozon da her filmiyle başyapıt ya da çok nitelikli bir film çekmeye teşne değil. Daha çok aklını kurcalayan herhangi bir fikri veya konuyu açarak filme dönüştürüyor. Bazıları vasat olurken bazıları ilgiye mazhar oluyor. Quand Vient L’automne bana göre ikinci kategoriye giriyor. Çünkü senaryodaki muğlaklıklar, filmin oldukça düz ve sıradan konusunu kırıyor. Ortaya küçük bir ailenin içindeki güç dinamiklerinin bile ne kadar çetrefilli olduğunu gösteren girift bir eser çıkıyor. Toplumun en küçük birimi olan ailedeki otorite mücadelesi üzerine düşünmek için bir fırsat.

Quand Vient L’Automne

Bir Sürgünün Not Defteri: Misina (2025)

Fuat Saka hayranı da değilim, hatta dinleyicisi de. Dinlediğim ve nedense son bir yılda kafamın içinde sıklıkla dönen tek şarkısı, Ezginin Günlüğü için yapılan ilk tribute albümde olan Hişt’tir. Ama 19 Mart sonrası programda onun sürgünde geçen yıllarını anlatan bir belgesel görünce merakımı cezbetti.

Lakin belgesel, pek umduğumuz gibi çıkmadı. Çoğul konuşmamın sebebi, gösterim sonrası yönetmen Mert Güncüler ile yapılan soru-cevapta da çoğu seyircinin aynı soruna parmak basması: Film sürgünü, hele 12 Eylül sebebiyle ülkesine dönemeyen bir sanatçının sürgününü anlatan bir belgesel olarak hiç politik değil!

Bir Sürgünün Not Defteri: Misina

Fuat Saka ve yakınları belgesel boyunca durmadan konuşuyorlar. Onun arşiv görüntülerini görüyoruz ama birkaç kelime ve bolca ima dışında Almanya’ya nasıl ve neden gittiğini, oradan neden yaklaşık 20 yıl dönmediğini ve sonra nasıl döndüğünü öğrenemiyoruz. En basitiyle Cem Karaca, Aydın Ergin gibi entelektüelleri ülkeye döndüren 1987 affının bahsi hiç açılmıyor!

Kendi içinde samimi, bulduğu arşiv görüntülerini iyi kullanan, dinamik kurgusuyla duyguyu da iyi verebilen bir belgeselin bu kadar ketum olması, ona çok şey kaybettiriyor.

Der Spatz im Kamin (Bacadaki Serçe – The Sparrow in the Chimney / 2024)

Yönetmen Ramon Zürcher’in kardeşi Silvan ile beraber çektiği Das Mädchen und die Spinne’yi (The Girl and the Spider – 2021) gayet beğenmiştim. Filmin, kişiler arasındaki ilişkilere ve her karakterin duygu durumuna yaklaşımı son derece özgün ve farklıydı. Kullandığı sinema dili seyirciyi biraz yorsa da bu farklılık ve ortaya çıkardığı tazelik filmi ileriye götürüyordu.

Der Spatz im Kamin

Ramon Zürcher, bu sefer tek başına çektiği Der Spatz im Kamin’de yine farklı bir açıdan yaklaşmak istemiş karakterlerine. Ama bu sefer kullandığı farklılık; hem seyirciyi çok yoruyor, hem anlatımı karmaşıklaştırıyor, hem de hikâyeye hizmet edeceğine boğuyor. Tabii bunlar, benim kişisel düşüncelerim ve bu tarz filmlerde yönetmenin kafasındakiyle seyircinin frekansının uyuşması her zaman mümkün olmuyor.

Halbuki filmin hikâyesi çok şey vaat ediyor ve ilk 1 saatinde Zürcher filmi güzel açıyor. Aslında benim çok sevdiğim Festen (1998) gibi, bir ailenin özel bir gün için toplandığında ortaya çıkan aile sırları üzerinden toplum dinamiklerini çözümlemeye girişiyor. Daha da ilginci, girişte bahsetmeye çalıştığım aile içi otoriterliğin toplumdaki yansımalarını bulma hevesini de görebiliyorsunuz. Bu yüzden ilk yarısında gayet ümitliydim.

Lakin sonrasında rüyalara / kabuslara dalmayı tercih etmesiyle film, bence hikâyesini toparlayamadığından amacına da ulaşamıyor. Halbuki teknik açıdan gayet başarılı bir eser var karşımızda.

Der Spatz im Kamin

Öldürdüğün Şeyler (2025)

—Bu filmin yazısı biraz spoiler içerir!!! —

Türkiye’de, çoğunluğu Türk bir ekip tarafından Türkçe çekilen bu filmin İranlı yönetmeni Alireza Khatami, filmden sonra yapılan soru-cevapta filmin İran’da çekilememe nedeninin, İran Devleti’nin babayı öldürmesini kabul etmediğinden senaryoyu onaylamaması olduğunu belirtti.

Eser; ailenin tek oğlu olduğundan şımartılmış ve bir şekilde de baskılanmış, yıllarca yurt dışında okuduktan sonra ülkesine dönerek akademisyenliğe başlamış, kendisinden yaşça küçük eşiyle çocuk sahibi olmaya çalışan ve tüm bunlar arasında boğulmuş Ali’nin geç kalmış büyüme hikâyesini anlatıyor.

Yazının en başında bizim kültürümüzde oğulun, babasını kaybetmedikçe büyüyemediğini belirtmiştim. Khatami eli biraz daha arttırarak oğulun, kimliğini bulabilmesi için babasını öldürmesi gerektiğini söylüyor. Ama nasıl? 

Öldürdüğün Şeyler

Gündemin de etkisiyle filmden sonra en çok düşündüğüm konu, babayı ya da tapınılan kişiyi manen öldürerek kişinin kendini bulabilmesiydi. Daha yumuşak bir ifadeyle, kişinin özgüvenini kazanması ve hayatın içindeki yerini bulabilmesi için babayla (ya da idealize edilen kişiyle) göbek bağını koparması gerekip gerekmediğiydi. Bizim kültürümüzde ailede veya bir kurumda daima güçlü bir figür var ve onu bir şekilde arkanda bırakamadıkça her hareketinde ona bağımlı oluyorsun. Çünkü -genellikle- sistem de, güç sahibi de ve bazen bireyin kendisi de aksini istemiyor. Evde, işte, politikada fark etmiyor.

Türkiye’nin şu anki durumu tam da böyle: 70 yaş üzeri birkaç erkek, ülkeyi tamamen kendi istedikleri gibi yönetmek istiyor ve bunun karşısında duran her şeyi kültüre ve kendilerine ihanet addediyorlar. 

Sevdiğim film eleştirmenlerinden Burak Göral’ın Letterboxd’a film hakkında yazdığı kısa yorumda yönetmeni (ve aynı zamanda senaristi), baba figürünü Atatürk’e bağlamakla suçlamış. Filmden bu anlamı çıkarmadım açıkçası ama düşününce filmin dünyasına uyduğunu gördüm. Ülkemizdeki Atatürk hassasiyeti malum, ona en ufak kötü yakıştırma yapılması bile tabu. Atatürk’ün yazdıklarından, düşüncelerinden habersizler (tabii ki Göral’dan bahsetmiyorum), çevresine ördükleri kişi kültüne tapmaktan onu anlayamaz haldeler. Bu durum, bence en fazla Atatürk imgesine zarar veriyor. Onun vizyoner mirasını idrak etmeye çalışmaktansa dev Atatürk fotoğraflarıyla çevremizi kuşatmayı yeğliyoruz.

Öldürdüğün Şeyler

Teknik ifadeyle, üç boyutlu bir Atatürk’tense iki, hatta tek boyutlu hâlini hayal etmeyi tercih ediyoruz. Çünkü Atatürk’ün gerçek düşüncelerini ve belki de kimi hatalarını irdelemektense kendi fikirlerimizi onun büstüne, resmine giydirmek çok daha basit geliyor. Diğer bir ifadeyle, 87 yıl önce ölmüş bir insana hayallerimizi onaylatıyoruz, bizi -tam olarak hayalimizdeki gibi- kurtarmasını diliyoruz. (Doğal olarak buradaki Atatürk ismi yerine, başka kült kişilerin isimlerini koyabiliriz.) Babasının; annesine, kız kardeşlerine ve de kendisine eziyet ettiği hâlinden başkasını görmeyen ve bilmeyen Ali’nin babasına bakışından farklı mı bu?

Amacım ne Atatürk’ü değersizleştirmek, ne de Ali’nin babasını haklı çıkarmak. Zaten filmin esas öğüdü zihnimizdeki basmakalıp inançlardan ve fikirlerden kurtularak fikren hür olabilmek. Bunun için benliğinle yüzleşmelisin diyor, gerekirse kafandaki baba imajını öldürerek.

Öldürdüğün Şeyler sinemayı yeniden keşfeden, farklı teknikler deneyen bir eser değil. Anlatmak istediğini, uygun bir film diliyle anlatmayı istiyor sadece. Bence bunu da başarıyor.

Yeni Şafak Solarken (2024)

Gürcan Keltek’in bu ilk kurgusal uzun metrajına giderken az çok neyle karşılaşacağımı biliyordum. Bileti alırken de çok düşündüm. Film çok soyut çıkar mı, eşim çok sıkılır mı, 21.30 seansına gitmeye değer mi; aklımdan geçen sorulardı. Ama görsel ve işitsel meziyetleri çok övüldüğünden büyük ekranda, karanlık bir sinemada filmi izleyebilme merakı ağır bastı.

Öncelikle filmin ana akımı geçtim, anlatısını hikâye üzerine kuran bir bağımsıza bile benzemediğini yazayım. Tamamen kendi derdinde, izleyiciyi umursamayan bir eser. Keltek, tamamen serbest çalışmış. Zaten gösterim öncesi kısa bir konuşma yaptı ve çekimlere belgesel çekme niyetiyle başladığını (önceki eserleri de belgesel zaten), ama devam ederken filmin kurgusala evrildiğini belirtti.

Yeni Şafak Solarken

Hikâye; ailesini, toplumu ve bir şehir olarak İstanbul’u sorgulayan, hayatını (çok genel anlamda) nasıl idame ettireceğini bilemeyen ve bu yüzden psikolojik sorunlar çeken Akın’ın dünyaya bakışı üzerine. Ama Keltek bu cümleden sonrasını umursamıyor, Akın’ın sorunlarına cevaplar arayışıyla ilgileniyor, cevaplarla değil! Bu yüzden film, klasik anlatıya çok ters bir izleğe sahip ve ona alışkın bir izleyici için berbat bir işkenceye dönüşebilir. Bilhassa filmin son bölümünde bu izlek arşa çıkıyor. Muazzam görüntüler eşliğinde, filmin hikâyeyle zaten zayıf olan bağını iyice kesip atıyor.

Şunu belirtmek bile yersiz ama yazmamak da olmaz: İstanbul’u her şeye rağmen seviyorsanız film, koca bir görsel şölen! İstanbul’u kiriyle pasıyla, manzarasıyla, görkemiyle, tarihiyle, kalabalığıyla, gürültüsüyle çekmiş Keltek ve ses bandına da bir o kadar önem vermiş. Kocaman perdede o görüntüleri izleyebilmek ayrıcalıklı bir deneyim.

Yeni Şafak Solarken

Burada filmin görüntü yönetmeni (30 yıldır Werner Herzog’un da ekürisi olan) Peter Zeitlinger’a hakkını teslim etmek gerekiyor. Elektronik müzik tutkunları eminim Son of Philip’in çalışmasını da takdir edecektir. Ben türü sevmesem de görüntülerle uyumuna diyecek laf bulamıyorum. Ayrıca çoğu sahnede hiç diyalogsuz, duygularını seyirciye geçirebilen Cem Yiğit Üzümoğlu’nun performası da çok iyi. Son olarak, Keltek’in rejisi de çok başarılı ki İstanbul Film Festivali’nden ödül de aldı bu dalda. İkinci ve üçüncü bölümü bağlayan sekansın tasarımı enfes mesela. Sadece o sekans üzerine yazı yazılabilir.

Eser, ayrıksı bir İstanbul güzellemesi olsa da aynı zamanda günümüz insanının ailesiyle, çevresiyle ve tabii sistemle uyumsuzluğu üzerine bir film. Ölmüş ya da kaybolmuş babasını, topluma adapte olmasını isteyen annesi ile psikiyatrını, onlar gibi yaşamasını isteyen arkadaşlarını hem anlamak istiyor Akın, hem de onlara başkaldırmak ve içinden geldiği gibi yaşamak istiyor. Bu yüzden de filmin esas çelişkisi Akın’ın beyninde geçiyor. Tam bu sebeple -bence-, filmin son bölümü gerçeküstü bir düzlemde geçiyor.

Bitirirken…

İkinci Dünya Savaşı sonrası sistem bizi bir illüzyona soktu. Sanki bir daha hiç savaş, hatta silahlı çatışma olmayacaktı. Çünkü bu küresel savaştan aldığımız dersler ve medeniyetimizin / teknolojinin ulaştığı nokta sayesinde dünyayı büyük bir köy hâline getirerek ve konuşarak / uzlaşarak istediğimiz şekilde, refah içinde yaşayabilirdik. Bu yalanı, psikoloji ve işletme bilimlerinin ortaklığı sayesinde medya üzerinden tüm dünyaya pazarladılar. (Sadece Hollywood değil, tüm dünya sineması da bu pazarlamanın bir parçasıdır.) Tabii gerçekte sadece savaşın kazananlarının daha da kazanacağı, diğer herkesin sürekli kaybetmeye mahkum olduğu bir sistem kurdular ve iki büyük savaşın düzenli pompalanan anılarıyla kaybedenleri korkutarak sistemin devamlığını sağlamaya çabaladılar.

Ama artık sistem kendisini bile çeviremiyor. Dolaylı ve dolaysız tezahürlerine her an, her yerde rastlar olduk. Sinemanın da sistemin bir parçası olmasına rağmen, bunu görmezden gelme ihtimali yok zaten. Bireyin ya da bir grubun otoriteyle çatışmasını anlatan filmler ve diziler giderek çoğalıyor. Yani bu seneki festivalde izlediğim her filmdeki çeşitli karakterlerin, çevresindeki mevcut sistemle bir sorunu olması ve kendi çapında mücadale etmeye çalışması bir rastlantı değil. Yaklaşmakta olan değişimin ilk adımlarını görüyoruz perdede veya ekranda sadece.

Yeni Şafak Solarken
  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın