Say Nothing Dizisinin Düşündürdükleri
Yazıya geçmeden önce şunu belirtmem gerek: Ben Türkiye’nin batısında büyümüş biriyim ve ailemde de, yakın çevremde de Kürt tanıdığım olmadı. Türkiye’deki Kürt sorunu hakkında yazarken bence bunu belirtmek şart. Çünkü sorunun ancak o bölgedeki insanlar tarafından çözülebileceğini düşünüyorum. Bu yazıda, sadece İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) üzerine çekilmiş bir dizi olan Say Nothing (2024) üzerinden konu hakkındaki fikirlerimi belirteceğim.
Yakın tarihe ve politikaya her zaman için ilgi duyan biri olarak, Kürt sorununun dinamiklerini hep merak etmiştim. Ama biraz okuyunca bile konunun ne kadar çok bileşeni olduğunu görerek yorum yapmaktan, bilhassa kesin yargılamalarda bulunmaktan hep kaçındım. Beni böyle düşünmeye iten ilk şey, belki de en ünlü dökü-drama filmi olan La Battaglia di Algeri’dir (1966). İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo’nun Cezayir devleti için çektiği eser, Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlığını kazanma sürecini anlatır. Bağımsızlık için çalışan güçlerin, filmin başında bir terör örgütünden farkı yoktur. Şehirlerde halka açık bölgelerde bomba patlatmalarının sebebi Fransa’nın dikkatini çekmektir. Karşı taraf da istediğini yaptırmak için şiddeti, silahı kullanmaktan çekinmiyordur.
Film bitince “kimin daha masum ya da haklı” olduğu konusunda uzun süre düşündüğümü hatırlıyorum. Kendi vatanının bağımsızlığını savunmanın ve bunun için silah kullanmanın gerekliliği öğretilerek büyütüldük zaten. Ama bu uğurda, bir kafede dondurma yiyen kadın ve çocukları öldürmek ne kadar sağduyulu bir eylem? Ya da bağımsız olmak için çabalayanların saklandığı bir bölgedeki çoluk çocuk demeden herkesi katletmek?
Objektif düşünmeye çalışan bir insanın bu iki soruya da net bir cevap veremeyeceği kanısındayım. Zaten Pontecorvo’nun eserinin hâlâ eskimemesinin ve başyapıt olmasının sebebi de bu. Seyircisine cevaplar vermiyor. Olayları en gerçekçi şekilde göstererek düşünmenizi istiyor. Cezayir yapımı olmasına rağmen tamamen onun tarafını da tutmuyor, Fransızları da şeytanlaştırmıyor. Sizi şüpheye düşürüyor ve bu sayede filmden sonra Kürt sorununa farklı bakmaya başlamıştım.

Disney’in alt şirketlerinden FX yapımı olan Say Nothing, İrlanda’nın bağımsızlığı için çalışan IRA’ya mensup birkaç kişi üzerinden döneme bakıyor genel olarak. 9 bölümlü dizinin baş karakteri Dolours Price ve kız kardeşi Marian, IRA sempatizanı aileleri tarafından zaten politize olarak büyütülürler. Doğal olarak da gençliklerinde önce barışçıl gösterilere katılırlar, sonrasında bir etkisi olmadığını gördüklerinde IRA’ya katılırlar.
İki kız kardeşin hayatlarıyla beraber IRA’nın iç yapısını, eylemlerini ve yıllar içinde buralardaki değişiklikleri izliyoruz. Lakin tüm eylemler içinde bir olayı öne çıkarıyor dizi: On çocuğunu tek başına büyütmeye çalışan Jean McConville’in bir gece IRA tarafından muhbir suçlamasıyla kaçırılışı ve bir daha evine dönmeyişi.
Dizi, Patrick Radden Keefe’nin kurgu dışı kitabından uyarlanmış. Son iki bölümde vakıf olduğumuza göre de bu kitap, Dolours Price ve başka IRA üyelerinin Boston Üniversitesi’ne verdikleri sözel tarih röportajlarına dayanıyor. Bu röportajlar, kişilere yıllarca içlerinde birikenleri anlatma fırsatı veriyor. Çünkü bu kişiler örgüt adına gerçekleştirdikleri -çoğu devlete karşı suç olmanın ötesinde insanlık suçu olan- eylemleri politik durumlar, örgüt içi hiyerarşi, sosyal baskı vb sebeplerle kimseye anlat(a)mamışlar. Bunları anlatamamak zamanla onları rahatsız etmeye başlıyor. Ama daha da önemlisi, -katılırsınız veya katılmazsınız- İrlanda’nın bağımsız olacağı bir gelecek için tüm bunları gerçekleştiren bu kişiler, yıllar geçtikçe hem bu idealin ne kadar beyhude bir çaba olduğunu görüyorlar, hem de dava arkadaşları tarafından ihanete uğradıklarını düşünüyorlar.
Say Nothing, her ne kadar gerçek olaylara dayansa da ve bu konuda bizi gayet ikna etse de sonuçta kurgusal bir dizi. Bir de bu diziyi en büyük hayal fabrikatörü Disney şirketinin çevrimiçi platformunda izliyorsunuz. Uyarlandığı kurgu dışı kitap, eminim olayları çok daha derinlemesine anlatıyordur. Bizim izlediklerimiz Price kız kardeşlerin bakış açısından öteye pek geçmiyor. IRA’nın geniş katılımlı bir örgüt olduğu hissettirilse de tüm önemli kararları, sonradan milletvekili olan ve her bölüm sonunda “IRA ile bağıntısını hiçbir zaman kabul etmemiştir” yazısı ile dizi boyunca en fazla suçlanan kişi olan Gerry Adams alıyor. Halbuki ilk bölümlerden birinde Adams’ı, IRA içindeki en etkisiz yöneticilerden biri olarak da görüyoruz.
Bence olay; ne Price kardeşlerin düştüğü ikircikli durumlar, ne Gerry Adams’ın gerçekten bir IRA yöneticisi olup olmadığı, ne de IRA-İngiltere çatışması. Tüm bu olaylar içerisinde sıradan insanın gümbürtüye gitmesi. Öyle birkaç insandan da veya sadece çatışmalarda ölenlerden de bahsetmiyorum. O dönemde İrlanda’da yaşayan sanırım tüm insanlar -az ya da çok- bu süreçten etkilenmiştir. Dizi sadece Jean McConville’ın kimsesiz kalan çocuklarına vurgu yapıyor belki. Ama Londra’da bomba patlatan Dolours Price’ın motivasyonu da yabana atılmamalı: “Belfast’ta çocuklar ve halk sokağa çıkarken (İngilizlerin patlattığı bombalar yüzünden) iki kere düşünürken Londra’dakilerin hiçbir şey olmamış gibi davranmaları içime sinmiyor.” Şiddetin her türlüsü kötü, bilhassa masumlara, sivillere yönelik şiddet. Fakat bir insan psikopat değilse durduk yerde de bomba patlatmaz. Olayın failini suçlayıp ceza vermek işin kolayı bence. Bu durumun sebeplerini irdeleyerek gelecekte olmamasını sağlamak da zor tarafı.
Biliyoruz ki bu sebepler ya irdelenmiyor ya da irdelenmek istenmiyor. Böyle olunca da eskide kaldığını düşündüğümüz sorunlar bir bir açılıyor zamanı geldiğinde. Üstelik daha da arapsaçına dönerek. Filistin sorunu 2023 Ekim’de bir anda patlamadı, değil mi? Ya da Çin-Tayvan arasındaki giderek ısınan sürece Çin’in paranoyası mı sebep oluyor?
Yazıyı daha da çıkmaza sürüklemeden bitireyim. Malumunuz, Öcalan’ın açık çağrısıyla PKK’nin silah bırakacağı söyleniyor. Eminim, çoğu vatandaşımız Kürt sorununun çözüldüğünü düşünüyordur. Tek çağrı ile yaklaşık bir asırlık sorun çözülebilir mi sizce?
Tarih boyunca yaşamış neredeyse tüm politikacılar, sıradan insanı düşünmemiş. Belki 40-50 yıl öncesine kadar bunu düşünmek abesle iştigal olurdu da diyebilirsiniz. Sebepleri (veya bahaneleri) her ne olursa olsun, artık sıradan insanın çıkarı tüm dünyada önde olmak zorunda. Burada ‘sıradan insan’ ile bir bölgede yaşayanların çoğunluğunu oluşturanları kastetmiyorum. Ülke, din, dil, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim, fiziksel ayrımları olmaksızın bir insandan bahsediyorum.
Maalesef de bu insanın haklarını elde edebilmesi için çabalaması şart. Aksi halde güç sahiplerinin bir anda insafa gelmeyeceklerini ve haklarından feragat etmeyeceklerini biliyoruz. Maalesef önümüzdeki yol gayet zorlu olsa da, sürdürülebilir bir dünya ve barış ortamı için bu zorlu yolu hep beraber kat etmek zorundayız.


Son Yorumlar