Başlangıç > eleştiri, film eleştirisi, Oscar adayı, popüler > Nolan’ın Oppenheimer’ı

Nolan’ın Oppenheimer’ı

Her alanda, her sektörde yıldız isimler vardır daima. Bunlar bazen gerçekten de kendi kategorisinin en iyilerinden biridir, bazen de sadece kendisini iyi pazarlayabilmiştir. İşinin ehli olmak kavramı -sektörüne göre bazen tamamen, bazen de kısmen- göreceli olduğundan kesin bir yargıda bulunmak çoğu zaman mümkün değildir.

Christopher Nolan ise -kim karşı çıkarsa çıksın- günümüz dünya sinemasının sayılı yıldız isimlerinden biri. Filmi dilediği kadar kötü olsa da sırf ismi sayesinde sinemalara gidecek bir sürü hayranı var. Tenet (2020) pandemi sayesinde bu gerçeğe kuşku düşürse de Oppenheimer (2023) bunu bir kez daha pekiştirdi.

Tabii yıldız olmak, ustalıkla aynı şey değil. Yine subjektif bir sıfat olsa da -bilhassa sinemada- ustalık zamana dirençli olmayı gerektiriyor kanımca. Yıldız yönetmenlik ise dönemsel bir sıfat. Steven Spielberg çoğu sinemasever tarafından usta kabul edilir ama 30-40 yıl önceki gibi yıldız bir yönetmen değil artık.

Uzun zamandır biliniyor ki Nolan iki sıfatı da arzuluyor. Günümüzün yıldızlarından olduğu su götürmez fakat ustalığı gayet tartışılır. Bu arzusunu her filminde farklı bir şeyi, ilk defa yapmak istemesiyle gösteriyor.

Her alanda olduğu gibi sinemada da ustalık, işi kendine özgü bir şekilde yapmaktan geçiyor. Buradaki ‘şekil’ bilhassa sinemada çok çeşitli. Bazen kendine özgü bir anlatım, bazen yeni bir tür yaratma, bazen farklı unsurları aynı karede verebilme, bazen bir mekânı bambaşka bir şekilde kullanma, bazen yeni bir kurgu dili yaratma, bazen de yepyeni bir teknik geliştirme veya kendisi için bir alet ya da yepyeni bir teknoloji geliştirtip filminde kullanma…

Son verdiğim örneği maalesef her yönetmen yapamıyor çünkü öncelikle buna imkânı olması lazım ki sinema gibi pahalı bir sektör için çok zor. Neredeyse her biri mucit veya teknisyen de olan sinemanın ilk yıllarındaki yönetmenleri es geçersek geriye çok az isim kalıyor.

Epik sinemanın -bence- babası olan David Lean mesela. Ünlü epiği Lawrence of Arabia’da (1962) Ömer Şerif’in karakterini ilk defa gördüğümüz uzun plan için Panavision’a 492 mm’lik özel lens geliştirtmiştir. Bu sayede çöl gibi aşırı parlak bir ortamda karakterin gelişini, Lawrence’ın açısından izleriz. Önce serap gibi olan muğlak ve ışıldayan silüet yavaşça büyür ve netleşir. O andan itibaren Lawrence’ın maceralarında giderek daha etkili olacak, başlarda güvenmese de zamanla dostluğa evrilecek ilişkinin özetini Lean; birkaç dakikalık tek planda bu lens ile özetler.

Kubrick ise insanın açgözlülüğü ile sınıfsal ayrımların toplum hayatındaki rolünü anlattığı Barry Lyndon’da (1975) mum ışığıyla gece çekim yapabilmek için NASA’nın kullandığı özel bir lensi film kamerasına uyarlatmıştır. Bu sayede aristokrasinin maske ve makyaj ile kaplı sahte yüzlerini karanlıkta/mum ışığında kayboluşunu göstermiştir.

Son örneğim ise Francis Ford Coppola’nın ünlü Vietnam Savaşı filmi Apocalypse Now (1979) için Dolby’ye, bugün evlerde bile kullanılan 5+1 ses sistemini geliştirtmesi. Bu sayede savaşın kıyametvari atmosferini seyirciye ses bandında yaşatmaya çalışmıştır.

Artık Oppenheimer’a dönebiliriz. Lean, Kubrick ve Coppola zamanlarının yıldız yönetmenleriydiler. Bugünün sıradan sinema seyircisi bu üç ustanın adını bilmiyor olsa da sıkı bir sanatsever duymuştur. Çünkü üçü de sinema sanatına önemli katkılarda bulunmuştur. Yukarıda saydığım yeni teknikleri şov için değil, meramlarını daha iyi ve daha sanatsal şekilde anlatmak için kullanmışlardır. İşte Nolan’ın yeni filmine ilk itirazım tam burada.

Nolan -yukarıda da yazdığım üzere- gelecekte de adından söz ettirmek arzusunda. Lakin bunun için kendi sesini bulmaktan ziyade, geçmişteki ustaların yaptıklarını bugüne uyarlayarak arzusunun peşinde koşuyor. Spielberg Saving Private Ryan (1998) ile ciddiye alınmaya başladığı için o da bir Dunkirk (2017) çekti (ilk Oscar adaylığı). Şimdi de ilk defa siyah-beyaz bir IMAX filmi çekerek inovatif ve vizyoner bir yönetmen olduğunu kanıtlama peşinde. Oysaki Memento (2000), The Prestige (2006), The Dark Knight (2008) ve Inception (2010) özgün ana akım filmler olduğu için sevilmişti.

Peki filmin bir bölümünün siyah-beyaz olarak IMAX formatında çekilmesinin filme ve sinema sanatına ne katkısı var? Schinder’s List’ten (1993) sonra siyah-beyaz formatı sanatsal açıdan kullanan bir sürü film oldu. Ida (2013), Roma (2018) ve hatta sevdiğim Better Call Saul (2015-2022) dizisi aklıma ilk gelen ve formatı layığıyla kullanan örneklerden. Oppenheimer’ın görüntünün çözünürlüğünü arttırmak dışında bu formatın kullanımına ne yenilik getirdiğini merak ediyorum.

Şahsen bu formatı Kodak’a ilk defa ürettirip IMAX kamerasıyla çekmenin, kocaman bir reklam kampanyası olduğunu düşünüyorum ve bu, beni filmden daha da soğutuyor. Bu kampanyaları Hollywood’un ve pek tabii ABD’nin, yüz yıldır bir numara olduğu dünya sinema sektöründeki konumlarını kaybetmeme adına yapılmış hamleler olarak görüyorum. Filmle aynı gün vizyona giren ve kapitalizmle varoluşçuluğu aynı potada eritmeye çalışan Barbie’yi (2023) de düşününce Hollywood’un çabası daha billurlaşıyor.

Oppenheimer’da beğendiğim yerler tabii ki var. Sonuçta tüm caka satmalarına rağmen Nolan sinema duygusu ve yeteneği olan bir yönetmen. Bazı sahnelerin yazılışında, çekilmesinde ve kurgulanışında o güzelim sinema ışıltısını görebiliyorum. Lakin filmin bütünü için aynı yorumu yapamayacağım.

Bir kere Nolan karaktere o kadar hayran olmuş ki senaryoda sadece ona yoğunlaşmış. Ona destek verecek, onu rahatlatacak, yeri geldiğinde parlatacak yan karakterler tamamen tek boyutlu olarak kalmış. Bu kadar yıldız isme sahip yan karakter ordusuna rağmen, hiçbirinin yaşamaması çok acı. Hâl böyle olunca 3 saat sadece Oppenheimer’ı izlemek çok yoruyor, onun olmadığı sahne az da olsa hayaleti aslında karenin içinde duruyor.

Ayrıca Nolan filmin ne hakkında olacağını da, yani filmin ana derdine de karar verememiş bence. Bunun yerine Oppenheimer hakkında önemli ne bilgi varsa filme tıkmış. Öğrenciliğini de, ilk akademisyenlik yıllarını da, detaylı olarak Manhattan projesini de, komünist olarak suçlanmasını da ve hatta başka birinin (Strauss) bakanlık soruşturması sırasında aklanmasını da aynı filmde izliyoruz. Film, tüm bunlar arasında doğrusal olmayan bir zaman yapısında mekik dokurken zerre es vermiyor. Filmin yapısına alışmaya çalıştığım ilk yarım saatte, çok uzun bir fragman izliyormuş duygusuna kapıldım.

Filmi izlemek çok yorucu. 7-8 bölümlük harika bir mini dizi olabilecek bir konuyu devasa bir güç gösterisine çevirmek, filmin ana hatası. Nolan; biyografi filmi, mahkeme filmi, tarihi drama ile Z kuşağına yönelik sürpriz sonlu gerilim filmi arasında gidip gelmekten nereye odaklanacağını şaşırıyor. Halbuki nükleer savaş ihtimalinin uzun zaman sonra tekrar dillendirildiği günümüze yapılacak atıflarla katmerlenecek felsefi bir ana akım filmle (ya da mini diziyle) Oppenheimer’a daha farklı bir açıdan bakılabilirmiş.

Bir Tenet kadar olmasa da, maalesef Nolan’dan yeni bir hayal kırıklığı.

  1. Firat
    20/08/2023, 15:49

    Yorumuna tamamen katiliyorum. Madem tek bir karaktere odaklanacaktik, o zaman Daren Aronofsky nin PI filminde matematikci Max Cohen ile ozdeslestigimiz gibi Oppenheimer in gozunden filmi yasamaliydik. Benim icin cok buyuk hayal kirikligi oldu. 2 sene filmi bekledim ve gidip 70mm IMAX de izledim, sonuc 6/10

  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın