Başlangıç > altın portakal, eleştiri, fikir, politika > Seçim, Kurak Günler ve Karanlık Gece

Seçim, Kurak Günler ve Karanlık Gece

Dedem ben küçükken “Burası Türkiye, bir gün kaldırımda yürürken kafana bir şey düşer ve ölüverirsin” derdi. Hâlâ geçerli olan bu saptama, ülkenin seküler kesiminin inatla kabullenmek istemediği gerçeği de çok güzel özetliyor. Bu ülkenin vatandaşlarının çoğu, bir gün âniden ve hiç çaba sarf etmeden köşeyi dönme hayaline sahip ve bu ufacık ihtimal için âniden ölebilme ihtimalini de göze alıyor.

Bu yazıda yerli sinemanın son dönem örnekleri üzerinden örnekler vererek meramımı anlatmaya çalışacağım. Biraz spoiler da verebilirim, önceden uyarayım.

Son Antalya Film Festivali’nde (2022) iki iddialı filmin benzerliği çok konuşuldu, Karanlık Gece’nin (2022) geçen ayki vizyonu sayesinde konuşulmaya da devam ediyor. İzlemeyenler için özet geçeyim: Emin Alper’in Kurak Günler’i (2022) ile Özcan Alper’in Karanlık Gece’si birden fazla temayı paylaşıyorlar. Aynı yıl gösterime girmeseler büyük ihtimalle intihalle itham edilebilecek derecede ortaklıkları var.

İki filmde de eğitimli, seküler kesimden bir genç devlet memuru Orta Anadolu’da küçük bir ilçeye atanıyor. Tüm idealizmiyle işini yapmaya çalışırken yerel güç sahipleriyle çatışmaya başlıyor ve olaylar gelişiyor. İkisinde de ana olaylar farklı olsa da ülkenin politik karanlığı/kuraklığı içinde sağduyuyla hizmet etmeye çalışanların nasıl engellendiği anlatılıyor. Anlatılırken de ataerkil yapının medar-ı iftiharı avcılık, Orta Anadolu’nun ilginç doğal şekillerinden obruklar ve dillendirilmese de üstü kapalı olarak her daim bilinen eşcinsellik metaforlaştırılıyor. Lakin finalde iki film bariz olarak farklılaşıyor.

Kurak Günler’in çok heyecanlı ve kartharsis’in (kahramanla özdeşleşme) dibine vuran finali, kahramanını bu kapkaranlık dünyadan tanrısal bir güçle (deus ex machina) koruyor. Böylece sekülerizmin her şekilde galip çıkacağı vurgulanıyor. Diğer yandan Karanlık Gece, iki kahramanını da yapayalnız ve ümitsiz bıraktıktan sonra ölüme de terk ediyor. Biri cahillik ve kötülükle mücadalenin bir şekilde (ama nasıl, belirsiz) kazanılacağına eminken, diğeri bu mücadelenin tek başına verilemeyeceğinin altını çiziyor.

İki filmin de başarıyla yaptığı şey, ülkenin mevcut politik iklimini mikro bir ölçekte başarıyla yansıtabilmesi ve bunu teknik açıdan mahir, sinemasal bir dille aktarabilmesi. Yaban (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1932) romanından Ömer Kavur’un Refik Halit Karay’ın yarı otobiyografik eserinden uyarladığı Yatık Emine’ye (1974) kadar seküler birinin Anadolu kırsalında yaşadığı hayal kırıklıklarını anlatan birçok eser mevcut. Lakin 2022 yapımı bu iki film, konunun günümüzdeki durumunu anlatması açısından mühim.

Milliyetçilik (veyahut lokal olarak mahallecilik), ataerkillik, gücü kaybetmeye yakın durumda “her yol mübah”cılık halkın içinde her zaman olan kavramlardı zaten. Tanzimat döneminden Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadarki dönemde yetişen az sayıdaki aydınlar ve tabii Atatürk, bunun bilincindeydi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan eğitim inkılaplarıyla bunun değişeceği öngörüldü. Lakin Atatürk’in vefatından itibaren çeşitli olumsuz gelişmeler popülizm ve vizyonsuzlukla (ki bunun en büyük sebebi de halkı yönetenlerin de cahilliğiydi) birleşince halkta zaten mevcut olan bencil ve kolaycı davranış biçimleri yönetime de sızdı. Böylece yöneticiler halkı eğitip demokrasi bilincini aşılayacağına tam tersi oldu, halk yönetimi vasatlaştırdı. Bunun tek müsebbibi Anadolu’nun kırsal kesimi değil elbet. Esas etken, kendi çıkar(lar)ı için bu vasatlığı kullanan bireyler ve gruplardır. Üstelik bu kişiler tek bir kesimden de değildir. Yöneticisinden esnafına, solcusundan sağcısına, (antropolog Tayfun Atay’ın terimiyle) dinbazından sekülerine kadar her kesimden insan bu vasatlığı ve vasatlığın sürekliliğini kullanmıştır ve kullanmaya devam etmektedir.

Bu vasatlığın başka bir tezahürü de, aksiyon almaktan ısrarla kaçınmak ve suçu atacak birini devamlı bulmaktır. Kadercilikle kısa yoldan açıklanabilecekse de bu durum biraz deşildiğinde ortağa daha kompleks davranış mekanizmaları mutlaka çıkacaktır. Lakin benim uzun zamandır üzerine düşündüğüm esas açıklama, fırsatçılık ve tabii fırsatçılığı besleyen şark kurnazlığı.

Şöyle ki modern devlet düzeninde bireyin, toplum yararına aykırı eylemlerde bulunmasını engelleyen bir sürü mekanizma var. Bunların çoğu deneyimler sonucu öğrenilmiş ve uzun vadede topluma ve hatta o bireye de nasıl zarar vereceği öngörülerek oluşturulmuş. Vahşi kapitalizmle yönetilen ülkelerde bile anti-tröst yasalarının çok sıkı uygulanmasının nedeni, tam da bu. Bugün birine veya bir gruba verilen taviz ileride tüm pazara ve ülkeye zarar verebilir, öyle ki gelişmeyi ve ticareti engellediğinden o pazarı bile yok edebilir. Tarih bunun örnekleriyle dolu.

Fakat Türkiye gibi ülkelerde devlet mekanizmaları tam oturmadığından veya çoğu zaman yazıda kaldığından, mevcut yapı devam ettikçe teoride olmasa bile, pratikte isteyen istediğini yapabilir. Vergisini ödemez, nasılsa af çıkar. Kaçak yapıyı kafasına göre yapar, nasılsa imar barışı çıkar. Her türlü suçu işler, nasılsa delilleri yok eder veya yargıyı manipüle eder. Kısacası yönetimi bir şekilde ele geçiren veya ucundan ona yamalanan kişi veya gruplar için her şeyin ucu açıktır. Yukarıda yazdığımı tekrar belirttiyim: Bu durum son 20 yıl ve muhafazakâr kesime özgü bir aymazlık değil; çok uzun zamandır, her kesimin içinde olduğu bir düzen.

İşte bu düzende yönetimde yer almayanlar (veya yamalanmayanlar) bile -bilinçli veya bilinçsiz- bu düzenin bir şekilde devam etmesini istiyor. Çünkü böylece kendisi olmasa bile, çocuğu veya tanıdığı biri minimum emekle, maksimum kazancı sağlayabilir. Oysaki hukuk, eğitim, sağlık ve diğer sistemler otursa okuması, çalışması, vergi ödemesi, kanunlara uyması gerek. Mevcut sistemde tüm dönem oyun oynadıktan sonra sınavdan bir önceki gece çalışarak yüksek not alabilir veya tüm maç yürüdükten sonra son dakikada attığı tek golle maçı kazanabilir. Çalışmasına, antreman yapmasına, kafa yormasına hiç gerek kalmaz: Minimum emek, maksimum kazanç.

Şark kurnazı böyle bir sistemde var olabilir, fırsatçılığını maksimize edebilir. Çünkü dünya -kısmen de olsa- onun etrafında dönmektedir, çevresindeki en akıllı kişi olduğuna göre istediğini, istediği şekilde manipüle etmesinde sakınca yoktur.

Tabii bu tip kişilere, yetiştiği yere hitaben “şark kurnazı” denmesinin maalesef bir sebebi var. Çünkü batı insanı, yüzyılların verdiği tecrübeyle bir toplum içinde yaşadığının ve tek başına ayakta kalamayacağının bilincinde. Yeni nesline de ilkokuldan başlayarak bu bilinci aşılıyor. Hasbelkader ters yöne gitmek isteyenlerin önüne de bir sürü mekanizma koyuyor.*

14 Mayıs 2023 tarihinde işte bu düzenin devam etmesini istedi Türkiye. Günlük hayata baktığınızda aslında bunun aşikâr olduğunu görebilirsiniz. Trafikte, hastanede, okulda, işte yani kamusal her alanda çoğunluk; diğerinin önüne geçmek, hakkını yemek, yalan söyleyerek istediğini elde etmek istiyor. Bunu sadece Cumhur ve Ata ittifakına oy verenler değil, Millet ve has solcu geçinen Emek ittifaklarına oy verenlerinin çoğu yapıyor.

Unutulmamalıdır ki meclis halkın, kendisini yönetmesi için kendi içinden kişiler seçmesiyle oluşuyor. Yani halk neyse meclis de o aslında. Günlük hayatın içinde bu kadar faşizm, bencillik ve şark kurnazlığı varken meclisin farklı olmasını beklemek, bana beyhude bir çaba gibi geliyor.

Tam da bu yüzden Karanlık Gece, bana Kurak Günler’den daha gerçekçi, mantıklı ve iyi geliyor. Çünkü Kurak Günler’de buram buram olmasa da elitist bir taraf mevcut. Ana kahraman kendisinden o kadar emin (veya emin olmak istiyor) ki idealizmden taviz vermek istemiyor. Bu, takdire şayan bir çaba olsa da halktan da kopukluğunu gösteriyor. Halk çıkarcı ve şark kurnazı olsa da ‘yaban’ olan kahramanımız. Günlük hayatın içindeki bazı temel mekanizmaları değiştirmeden halktan kendi doğrusunu seçmesini istiyor. Bu durumun onu ölüme götürmesinden sadece tanrısal bir müdahaleyle kurtulabiliyor. Filmi geçtiğimiz aralıkta izlerken de bir türlü bağ kuramamıştım ama bunu kendi içimde anlamlandıramamıştım, Karanlık Gece’yi seyrettikten ve seçim sonuçlarını gördükten sonra düşüncelerim daha netleşti.

Karanlık Gece umutsuz bitse ve senaryosu Kurak Günler’e göre daha dağınık olsa da durum daha farklı. Bu filmde iki kahramanımız var aslında. Daha ilk sahnede gördüğümüz üzere halkın içinden olan bir tanesi, diğerinin faili. Film, bu bilgiyi başından veriyor yani. Ama aradan yıllar geçse de bu eylemi unutamayan kahramanımız bununla yüzleşmek istiyor, film tam burada başlıyor. Çünkü biz her şeyi dilediğimiz gibi yapmak istesek de bunun bize hatırlatılmasını, bununla yüzleşmeyi istemeyiz. Kahramanmaraş depremlerinde yıkılan binaların sorumluları sizce bulundu mu veya bulunacak mı?

Yüzleşme, buradaki kilit husus. Ülkede uzun zamandır, hemen hemen her şey kazanma-kaybetme üzerinden konuşuluyor. Her şey net bir şekilde siyaha veya beyaza indirgenmiş. Aradaki tonlar, bir olayın artıları kadar eksileri de (veya tam tersi) konuşulmuyor. Tüm hayat bir futbol maçı gibi. Hakem düdüğü çaldığında herkes sadece tabelaya bakıyor. Oyun içinde neler yaşandı, bunların geleceğe etkileri, alınacak dersler hakkında konuşan yok. Hâl böyle olunca da çok insanî bir duygu olan yüzleşme ihtiyacını unuttuk. Türkiye biraz da bu yüzden ileriye gidemiyor. Çünkü Cumhuriyet, kendi geçmişiyle yani Osmanlı ile yüzleştiyse de Cumhuriyet döneminde yaşanılanlarla kimse yüzleşmek istemiyor.

Erdoğan veya AKP kaybedince 2002’ye geri ışınlanacağını umanlar, AKP bir seçim daha kazanırsa herkesin dinibütün olacağını düşünenler, Suriye’deki savaş bitince tüm mültecilerin puf diye kaybolacağını sananlar… Her şeyin; kendisi emek harcamadan, okumadan, sorgulamadan hallolacağını inananlar…

Türkiye ilerleyecekse önce bu kolaycılıktan vazgeçilmeli. Son bir asırda hepimizin, tüm kurumların ve her kesimin içinde çok şeyler birikti. Öncelikle Türkiye bunlarla yüzleşmeli. Yoksa Kurak Günler’deki gibi sizi bir mucize kurtulabilir, öyle bir mucizenin olmayacağını da en iyi sekülerler bilmeli. Halbuki Karanlık Gece’de sadece kahramanımızın değil, yerel ataerkil güçlerin de -daha cesaret edemeseler de- yüzleşme ihtiyacı hissettiğini görüyoruz. Türkiye er ya da geç geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalacak.

Tüm bu sebeplerle Belmin Söylemez’in son filmi Ayna Ayna (2022) yukarıda adı geçen iki filmden de daha gerçekçi. Çünkü kadınlar tarih boyunca o kadar ezilmişler ki bu durumu değiştirmek için önce kendileriyle ve toplumla yüzleşmeleri gerektiğini fark etmişler. Söylemez de bu yüzleşmeyi sinemasal bir dille anlatmayı başarmış.

Bu yüzden sadece kadınlara değil, her kesime, herkese söz hakkı vererek kendimizle yüzleşmeliyiz. Ben yerine biz demeliyiz. Ötekileştirmek yerine, kapsayıcı olmalıyız. Aksi hâlde nereye gittiğimiz aşikâr, unutmayın ki o gün geldiğinde tabelada ne yazdığına kimse bakamayacak, çünkü tabela olmayacak.

*: Bu paragrafı okuyunca tam bir batı hayranı olduğum izlenimine kapılabilirsiniz. Lakin oradaki sistem de bambaşka bir açgözlülük sebebiyle patlamak üzere. Ama bu yazının konusu orasının değil, Türkiye’nin açmazları.

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın