Arşiv
Ankara, İstanbul Gezisi
Geçen perşembe Ankara’ya gittim, iki mülakata gitmek için. Lise 2’deki ODTÜ gezimden sonraki ilk Ankara yolculuğumdu. Daha önce hiç Ankara’da kalmamıştım, hafif gergindim. Neyse ki İbrahim Amca ve Beyhan Teyze sayesinde gayet rahat bir gezi geçirdim.
Ardından İstanbul’a geçtim, hem birkaç arkadaş görmek için hem de Filmekimi’ne gitmek için. 4 gün kaldığım İstanbul, nedense beni neşelendirmedi. Oysa ki İstanbul’u çok severim, film festivalleri benim en sevdiğim etkinliktir ve en önemlisi nicedir göremediğim en yakın arkadaşlarımla bir arada olacaktım. Ama bu saydıklarım umduğum kadar moralimi düzeltmedi. Birkaç not halinde bu geziden çıkardıklarımı yazacağım:
- Öncelikle Ankara’daki mülakatlarda önceden savunduğum “Kendin ol!” mottosunun çok geçerli olmadığını anladım. Hafif politik olmak lazım.
- Ankara’da hep araba üstünde olsam da gözlemlediğim kadarıyla yaşayabileceğim bir kent. Ne çok canlı, ne çok sakin. Yeni bir hayata başlamak için ideal.
- İstanbul’u aslında pek özlemediğimi fark ettim. Yalnızlığa alışmanın zararları.
- Dali sergisine gittim bahaneyle. Picasso’daki gibi pek bir şey anlamadım ama çok bilgilendim. Dali’nin kim olduğunu biliyorum artık. Sürrealizmi ise daha iyi kavradım.
- Sergide en akılda kalıcı şey Dali’nin bir sözüydü: “Dali ile bir deli arasındaki fark basittir: Dali deli değildir!”
- Yine de bir sergi için İstanbul’da yaşamanın gereksiz olduğunu anladım. Ufak ziyaretlerde de görebilirsiniz etkinlikleri.
- İstiklal beni 3 günde sıktı. En güzeli 2-3 ayda bir ziyaret etmek.
- Emek’te film izlemek eskisi kadar heyecanlandırmadı beni. Bilgisayarda çok film izlemenin zararı olabilir.
- Festivale de ısınamadım. Gerçi Filmekimi’ni hiçbir zaman çok beğenmemişimdir ama…
- Bu yılki festivalde çok dangalak vardı. Bariz film izlemek için değil, ortam yapmak için gelmişlerdi. Gereksiz kalabalık yaratıyorlar. İşin en kötüsü de her geçen yıl artmaları.
- Şunu çok iyi anladım: Ben depresyondan çıkmadıkça en sevdiğim şeyler bile boş geliyor. O yüzden yalnız kalmak en iyisi.
Not: Şero’ya sonsuz teşekkürler.
Öylesine Notlar – 7
- Martin Scorsese’nin ünlü Mean Streets’ini sonunda izledim. Evet, film New York’u güzel betimliyor. Evet, senaryo çok iyi ve dönemine göre oldukça yenilikçi. Evet, film Scorsese’nin ilk başyapıtı. Ama beni heyecanlandırmadı. Filmde iki şeyi beğendim: Harika diyaloglar ve Robert De Niro’nun muazzam oyunculuğu.
- Amatör atlet olan kankam, ısrarla atletizm hakkında film arar. Dün bir tane seyrettim: Çok farklı bir konuyu anlatan bu filmin baş karakterleri iki atlet. Üstelik her ikisi de 100 metreyi 9.58 koşuyorlar. Filmin adı mı? Gallipoli, Peter Weir’ın ilk dönem çalışmalarından.
- Sokaklardaki kedi-köpekleri bizim hayvanseverlerimiz pek sahip çıkar. Hepsi de sokaklarda kalmaya devam eder. Sonra o köpekler gelip bir çocuğu ısırır. Kıyamet kopar! Valla bir acayip milletiz!
- Geçen gün bir araba bir köpeğe çarpıp öldürmüş. Sonra sahibi gelip sürücüden köpeğin bakım masraflarını istemiş. Yorumsuz!
- Geçen hafta İskoçya’da bir adam bisiklete tecavüz ederken yakalanmış! Öh!
- Empire yeni bir ‘En iyi 500 film’ listesi yayınladı. 1. film yine The Godfather. Listede pek sürpriz yok aslında. Birkaç ilk kara filmler de listeye girmiş, o kadar. Bu sonuç, yeni neslin kara filmi ne kadar önemsediğinin de kanıtı.
- Bir ramazan mı, şeker mi tartışması gidiyor. Bahaneyle gerçek adının ikisi de olmadığını, Fıtır (oruç açma) Bayramı olduğunu da öğrendik. Benim çocukluğumda olay gayet basitti: Ramazan (Şeker) Bayramı
- Başkasının düşüncelerine tahammül edememek sanırım sadece başbakana özgü bir özellik değil. Türklerin genlerinde var. Dünyanın kendileri gibi düşündüğünü, hareket ettiğini düşünüyoruz, en azından umut ediyoruz.
- Sinema dergisi Yaşayan En İyi 10’ar Kadın ve Erkek Oyuncuyu seçmiş. İçlerinde doğal olarak Türk yok. Şimdi bunu bir önyargı olarak görebiliriz lakin gerçek bu. Türk oyuncular her filmde faklı bir performans sergiliyor. Kategorinin dışında bir tek Erkan Can var bence.
- Peter Weir’ın ilk ciddi çalışması, Picnic at the Hanging Rock’u izledim. Konusu gibi çok acayip bir film. Bir grup genç kız bir dağlık alana gidiyor. Bunlardan üçü kayalıkta yürüyüşe çıkıp kayboluyor. Sonra onları aramaya çıkan hocaları da kayboluyor ve bir daha da bulunamıyorlar. Sadece biri 1 hafta sonra uyurken bulunuyor. Film bunu anlatıyor fakat arada başka yerlere de kayıyor. Hülyalı bir film, ne dediği anlaşılmıyor ya da ben anlamadım.
- Bundan sonra zombi filmi izlememeye karar verdim. Korku filmine bir yere kadar tahammül edebiliyorum ama zombiler beni çok iğrendiriyor. Belki Peter Jackson filmleri hariç demeliyim çünkü onda kusmaya niyetlenirken güldüğünüz için olay dengeleniyor. (bkz. Braindead)
- Lösev reklamının son cümlesi “Bir çocuktan daha önemli ne olabilir ki?” olmamalıydı bence. Reklamın güzelliğini bozuyor bence. Ses o cümleyi söyleyince otomatikman “İki çocuk” diye cevap veresim geliyor. Daha şık bir son cümle olabilirdi.
- Firefox’un yeni versiyonuna giderek gıcık kapmaya başladım. 2-3 günde bir update ediyor. Benim bildiğim en erken 1 ayda bir update olur. Zaten history düğmesini de geri tuşunun yanından kaldırmışlar.
- Bugün Empire’ın İngiltere baskısına göz gezdirirken sinema haber notlarında “Jenna Jameson Pregnant” notunu gördüm. Şimdi ünlü bir porno yıldızının hamile kalması, sinema haberi değeri taşır mı sizce?
Öylesine Notlar – 6
• İnsanların büyüyünce çocukluklarını unutmaları çok yazık. Ben küçükken bana hep oyuncak alınmasını isterdim ama birkaç istisna dışında hep büyük hediyeleri gelirdi. İşte giysi, altın, vb. Şimdi de bir büyüğümüz doğum yapacak, arkadaşlar tutturdu ağaç satın alalım diye. Karşı çıktım, geyik yaptığımı sandılar. Ya o küçücük çocuk o ağaçtan ne anlayacak! Amaç aslında kendi vicdanlarını rahatlatmak.
• Bugün Reha Muhtar da yazmış (19.9.2008) Aragones git gide Toshack’a benziyor. İlginci, İspanya Milli Takımı’nı Aragones’ten sonra Toshack’ın yönetmesi.
• Bugün Il Gattopardo’yu izledim. Enfesti. İki unsurunu çok beğendim: İlki dans sahnesi, Burt Lancester ile Claudia Cardinale arasındaki. Le Notti Blanche’de de böyle unutulmaz bir dans sahnesi vardı. İkisi de sinema tarihindeki favori sahnelerime eklendi. İkinci unsur ise, filmin bir bütün olarak değişim kavramını muazzam bir biçimde anlatması. Eskinin yeniye karşı bir şey yapamaması ve üstelik bunu kabullenip destek vermesi, o kadar sade ama büyüleyici bir biçimde anlatılmış ki hayran olmamak elde değil.
• Akşam da Die Another Day’i bir kere daha izledim. Böylece James Bond filmlerini 10 ay içinde tamamen izlemiş oldum. Bugünkü film içlerindeki en kötüsüydü. Bond hakkında güzel bir yazı yazacağım ilerleyen günlerde. (bkz. ‘Bond, James Bond’)
• Tam üç yıl Hıncal Uluç’u her gün okudum. Ama hazirandan sonra soğudum nedense. Hele medyadaki son olaylarda Sabah’ın rolünden sonra ve ısrarla Uluç’un bunu gazetesine yedirememesinden sonra iyice soğudum. Aslında sene başındaki Yumurta tartışması da ana etkenlerden. Şu bir gerçek: Uluç ülkenin en bilgili, arka planı geniş, kültürlü gazetecilerinden biri. Gözlem kabiliyeti harika ve bunu yazıya dökmesi de keza öyle. Ülkemizin gazetelerinde hayatı yazan (yazabilen) belki de ilk gazeteci. Ama çok önemli bir sorunu var, hatta iki: Birincisi takıntıları, ikincisi de kibri. Uluç’un takıntıları daima kötü olmak zorunda. Mesela Fenerbahçe (ak kaşık değil elbet ama ne yaparsa yapsın Uluç Fener’i beğenmez). Aynı şekilde sanat sineması da kötü ona göre, sinemanın toplum için olduğunu ısrarla savunur. Ama iş opera ve baleye gelince bunları seyretmeyi teşvik eder, sabredip anlamamızı öğütler. Yumurta onun için mastürbasyondur, opera sanat. (Opera da bale da sanattır, ikisi de sabredilip izlenince güzeldir, zevk verir; tıpkı sanat filmleri gibi) Aynı şekilde kibri yüzünden yanlışlarını görmeyi reddeder, çünkü kendi deyimiyle o HBB’dir (Her Boku Bilen). Diyebilirsiniz ki sen kimsin ki 50 yıllık gazeteciyi eleştiriyorsun. Ben sadece onun okuruyum.
• Tüm medya çalışanları, bilhassa muhabirlerin izlemesi gereken bir film Ace in the Hole. Türkçesi Büyük Karnaval’mış. Ama bu muhabirler filmi izleyip de ne yapar? Söyleyelim, haber! Anlamadıysanız filmi izleyin. Billy Wilder’dan bir başyapıt daha.
• Ütü gerektirmeyen, leke tutmayan gömlek çıkmış, üstelik Türk işi. Kesin almam gerek.
• Bugünün gazete manşetlerini İzmir’de ölen bebekler kaplıyordu. Aklıma favori dizilerimden House M.D.’nin 2. bölümü geldi. Bilmeyenler için dizinin ünlü bir teşhis doktorunun bilinmeyen hastalıkları çözüşü etrafında şekillendiğini söyleyip konuya girelim. Bölümde hastanede doğan bebekler doğumdan sonra 2-3 gün içinde ölmeye başlıyordu. Olaya Dr. House el koyuyordu ve çeşitli tezlerinden sonra olayın basit bir grip virüsünden kaynaklandığını buluyordu. Normal bir insan gripten ölmez ama daha yeni doğmuş bir bebeğin bağışıklık sistemi yetersiz kaldığından bebekler ölüyordu. Virüs de bebeklere o sıralar grip olan ve bebeklere oyuncak ayı veren hemşire tarafından taşınıyordu. Tabii House çözümü bulana kadar 2 bebek mevta olmuştu ve bölümü ağlamaklı halde bitirmiştim. Hiçbir şeyden habersiz küçücük insanların o durumuna kayıtsız kalmak olanaksız!
• Geçenlerde favori dizilerimden Dawson’s Creek’ten bahsetmiştim. İşte orda pek aklım almayana bir şey vardı: Lise mezunu Pacey, Wall Street’e girdikten birkaç ay sonra yaşam biçimini değiştirmişti: Son model bir spor araba, kıyafetler, plazma televizyon, vb. Dün Vatan’da okudum ki durum Wall Street’te aynen böyleymiş. Tabii geçen haftaya dek! Geçen yıl ortalama bir brokerın maaşı 280 bin dolar civarındaymış. İçimden helal olsun dedim. Ama geçen hafta Zülfü Livaneli dahil birkaç kişi daha yazdı ki bu global kriz, her şeyi güllük gülistanlık sanan bu zengin gençler için çıkarılmış olmasın!
• Geçen hafta tüm dikkatler borsadaydı. Benim gibi bir şey bilmeyenler bile kulak kabarttı. Sonunda, bu bilgisizlik nereye kadar dedim ve Wikipedia’dan borsanın ‘ne olduğu’nu okudum. İşte size ilginç bir not: İlk borsa, Mısır’da 11. yüzyılda Müslümanlar ile Yahudiler arasında kurulmuş! İlginç bir gerçek!
• Benim gibi insanlar borsanın “Ha!” denilince düşmesini pek anlamıyor. Ama 2 hafta önce Vatan’da okuduğum bir haber çok çarpıcıydı: Ünlü bir hava şirketinin hisseleri bir günde 1 milyon dolar kaybediyor ama buna kimse anlam veremiyor çünkü olayı tetikleyecek en ufak bir neden yok! Biraz araştırılınca şu gerçek ortaya çıkıyor: Olaydan önceki gece bir yerel gazetenin 6 yıl önce yayınlanan bir haberi, bilinmeyen bir sebeple en çok okunan haberler arasına giriyor (Haber, şirketin 11 Eylül sonrası kemer sıkması hakkında). Google News elektronik olarak ağı tararken, haber çok okunmuş deyip sitesinde duyuruyor. Bloomberg de haberin tarihine bakmadan haber bülteninde açıklıyor. Sonra da diğer haber kanalları onu takip ediyor. Ne kadar garip, değil mi?
• Filmekimi programı hele şükür açıklandı! Programın Hollywood’dan çok Avrupa sinemasına ağırlık vermesi sevindirici bir gelişme. Hatta galiba hiç Hollywood yapımı yok!
• Aklı başında bir bilimkurgu örneği arıyorsanız, mutlaka The Day The Earth Stood Still’i izleyin. Film, insan ırkının ne biçim bir yaratık olduğunu gösteriyor. Bu arada filmin 2 ay sonra remake’i gösterime giriyor. Ondan önce mutlaka izleyin.
Öylesine Notlar – 5
- TTnet kesinlikle reklam yapmamalı. Reklamları çok kötü. Ama daha da önemlisi reklama vereceği parayla (ki ünlüleri oynatıyor) altyapısını geliştirmeli!
- Kamil Koç günden güne kötüleşiyor. Pazar günü (14 Eylül 2008) Bursa’dan Kuşadası’na geldim. Otobüs dökülüyordu, yokuşta bariz zorlanıyordu. Servis kötü. Her yerde duruyor, el sallayan biniyor. Duraklama tesisleri kötü. Dahası ne!
- Kuşadası çok sakin. Merkeze daha inmedim ama Kadınlar Denizi kafa dinlemelik. Sahilin çoğunluğunu turistler oluşturuyor. Hatta yerliler tek tük bile denebilir. Ayrıca deniz suyu sıcaklığı, havadan daha sıcak!
- Ekonomik deprem tüm dünyayı sarsıyor. İster istemez akla Büyük Buhran ve arkasından çıkan 2. Dünya Savaşı geliyor.
- Yeni çıkan Bir Levanten Şövalye: Giovanni Scognamillo Kitabı’nı tavsiye ederim. Giovanni Scognamillo ülkemiz ve sinemamız için çok önemli biri. İlk defa ‘Türk Sineması’ terimini kullanan kişi, yabancı basında ülkemiz sinemasını ilk tanıtan, ülkemizin – belki de – ilk bilimkurgu ve çizgi roman tutkunu ve ayrıca dünyaca tanınan bir vampir uzmanı. Sinema, din, UFOlar, fal, Beyoğlu konularında 54 kitabı var. Bu arada bahsettiğim kitap onunla yapılmış uzun bir söyleşi. Hayatı, düşünceleri ve ilgi alanları hakkında detaylı bilgiler içeriyor.
- Hele şükür Across the Universe’ün DVD’si çıktı. 3 aydır bekliyordum. Türkçe adı felaket: Seni İstiyorum. DVD ekstraları eğlenceli ama daha fazla olabilirdi. Her şeye rağmen o güzelim filmi barındırması bile yeter.
- Mel Brooks’un başyapıtı Young Frankestein’ı izledim. Çok gülmedim, bir tek kör adam sahnesi çok komikti. Ama güzel parodi yapmışlar.
- Facebook yenilenmiş. Eskisine alışsam da yeni hali daha kullanışlı sanki.
- Binbir Gece de HD’ye transfer olmuş. Ama dizi dökülüyor. Konu bulmak için, abidik gubidik karakterler çizip gerilim yaratmaya çalışmışlar. 1 saat izlemem yetti de arttı. Eskisi de harika değildi ya, hiç olmazsa konu bütünlüğü vardı.
- Benim Annem Bir Melek’in 2 hafta önceki bölümü enfesti. Ama her haftanın aynı olmadığını, üzülerek anladım. Uzun süre komedilere yaramıyor. Avrupa Yakası da aynı sorundan mustarip. Malzeme var ama çok uzatılıyor.
Öylesine Notlar – 4
- Demin 1952 yapımı Kanun Namına’yı izledim. Yarıldım. 2008’de bu filmi izlemek kahkahalara vesile oluyor. Bir kere senaryo çok düz ve aleni. Her şey öyle çabuk oluyor ki gülmemek çok zor. Daha filmin 5. dakikası kötü kadın Ayhan Işık’a yalvarıyor: “Nazım, ben seni seviyorum!” Işık’ın karakteri Nazım’ın cevabı ilk kahkahanızı attırıyor: “Ama ben Ayten’le sevişiyorum.” Sevişmekten kastı da öpüşmek, zaten umumi yerdeler. Daha neler oluyor neler. Sizin için iki diyalogu not aldım: “Aklıma fena ihtimaller geliyor.” ve “Maalesef sana fena bir havadis vericem.” Öykü yapısı da komik. Ama birkaç güzelliğe de rastladım. Mesela Ayhan Işık, The Bourne Supremacy’deki gibi (Üstelik ondan 50 yıl önce) köprüden tekneye atlıyor. 50’lerin İstanbul’unu da görüyoruz ayrıca. Valla ben çok eğlendim, tavsiye ederim.
- Ramazan başladı, medya da ona uydu. Gazeteler özel sayfalar hazırlıyor. Televizyonda çok özel programlar keza. Bana ters geliyor, 11 ay takılıp 1 ay Müslümanlığı hatırlamak. Hele Fox’ta Ramazan’a özel bir magazin programı yapmışlar ki sormayın gitsin.
- 11 ay takılıp, 1 ay Müslümanlık yapan tüm Türkiye aslında. Bu ay boyunca içki içilmez, açık saçık giyinilmez, küfredilmez, yoksullara yardım edilir, vs. Bana ikiyüzlülük gibi geliyor. Üstelik kandırdığın kişi Allah! İçki içmeyeceksen hiç içmezsin, içeceksen de “Ben Ramazan’da içmem.” deyip kendini kandırmanın anlamı yok. Ben mi yanlışım?
- Bring Me the Head of Alfredo Garcia kesinlikle izlenilmesi gereken bir film. Neden mi? Bir kere çok iyi bir aksiyon filmi. Bir aksiyon filminde izlemek isteyeceğiniz her şey filmde mevcut. Daha da önemlisi, insanlığın para uğruna kokuşmuşluğunu tamamen gözler önüne seriyor. Zaten çoktan ölmüş bir adamın kellesi uğruna kaç kişi ölüyor inanamazsınız. Ben filmi favorilerim arasına soktum bile.
- Şimdi moda eski Türk romanlarının modern uyarlamaları. Yaprak Dökümü ile başlayan furya hızla devam ediyor. Dün de Aşk-ı Memnu başladı. Ne zaman sona erecek bakalım?
Bu roman uyarlamaları sayesinde özel isim dağarcığımız gelişiyor. Behlül, Bihter, Peykar, Ferhunde gibi. Ama bu işi esas başlatan Bizim Evin Halleri’dir. Oradaki isimlere hayranım: Peyami, Rikkat, Nedime, Misket, Rüzgar, Şadan,… Bakalım Artun adını ilk hangi dizi kullanacak? - Gündem gitgide kızışıyor. Gülsem mi, ağlasam mı bilemiyorum. Herkes rakibini suçluyor. Suçlanan eteğinde ne varsa döküyor. Kimin kozu daha iyiyse kazanacak lakin sonuçlanana kadar da kaç fırtına kopacak kim bilir?
- Rusya, Karayipler’de ilk tatbikatını yapacakmış. Israrla Soğuk Savaş’ı görmezden gelenlere duyurulur.
- Almanlar Deniz Feneri olayına çok şaşırmış. Tabii bu kadar açıktan para hüplemeyi anlayamıyorlar. Oysa ki burası Türkiye!
- Dün gece uyku tutmadı, Nisa Suresi’ni okumaya başladım. Surenin ilk 9 ayeti açık şekilde “Yetimin hakkı yenmemelidir. Cezası cehennem ateşidir.” diyor. Şimdi Türkiye’de yetime, aça, susuza, muhtaca para toplayanlara bakıyorum. Hepsi İslami dernekler ve sonunda paraların yok olduğu çıkıyor bir şekilde. Bunlar ne biçim Müslüman aklım almıyor?
- Sabık Genelkurmay Başkanı Büyükanıt hakkında bir sürü iddia ortada dolaşıyor. Hepsi de gayet negatif. İşin daha ilginci Büyükanıt hepsine karşı suskun.
- Dawson’s Creek’e lisedeyken başlamıştım. Sonra geçen yıl özlediğime kanaat getirip bütün sezonları bir daha izledim. Her ne kadar klişeler diz boyu da olsa sevimli bir dizi, kendini izlettiriyor. Benim gibi aşırı duygusallara birebir. Ayrıca sinefiller açısından 1. sezon mutlaka seyredilmesi gerek. Ses kaydındaki şarkılar çok iyi. Son zamanlarda ‘Songs from Dawson’s Creek’ adlı 2 CD’lik albümü dinliyorum. Farklı tatlar barındırıyor.
- Düne kadar megalomanyaklık denildiğinde aklıma Murat Evgin gelirdi, artık Erol Büyükburç gelecek.
- Dün televizyonda izledim Erol Büyükburç’u, nevi şahsına münhasır derler ya tam karşılığı resmen. Kendisine “Türk pop müziğin mimarı” diyor. Düşündüm ve aklıma hiç Büyükburç şarkısı gelmedi. Benim bildiğim ilk pop şarkısı ‘Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’tur. Hadi ben bilmiyorum, kimseden de duymadım ve ya okumadım. Kendisine mimar diyen birinin günümüze gelen tek şarkısı olmaz mı ya? Bugün Ajda Pekkan, Erol Evgin denildiğinde o eski şarkılar hemen akla düşer. Keza şu an gündemde olmayanların şarkıları bile kısmen bilinir. ‘Malabadi Köprüsü’ vardır, Deli Kızlar vardır filan. Ama hiç Büyükburç şarkısı yok akıllarda.
- Büyükburç’un ‘Şarkı Söylemek Lazım’da yaptığı şov da gösterildi. Yarıldım gülmekten. Megalomanyaklığın bu kadarına da pes.
- John C. Reilly, Empire’daki röportajında “ ‘Google’da hiç kendiniz mi aradınız mı?’ diye sormak birisine ‘Hayatında hiç mastürbasyon yaptın mı?’ diye sormak gibidir.” demiş. Amerika için doğru olabilir de Türkiye için daha erken ama şöyle denilebilir: “Düzenli bir internet kullanıcısı mutlaka Google’da kendini aramıştır.” Ben de aramıştım 5 yıl önce. Ego tatmini işte.
- Geçenlerde Alinur Velidedeoğlu dedi, dizilerimizin iyi olmadığını. Saba Tümer de bazıların iyi olduğunu söyledi. Şimdi dizilerin kalitesi biraz da bakış açısına bağlıdır. Artık bazı dizilerimizin öyküsel anlamda iyiye gittiği bir gerçek. Senaryo bakımından da gelişmeler var ama daha alınacak çok yolu var. Öncelikle süre sorunu var. Kanal D müdürü, röportajında reklam sektörünün yeterince gelişmediğinden sürenin uzadığını söyledi. Yani 300-400 bin YTL’lik maliyetler ancak 3-4 reklam arasında karşılanıyor. Yurtdışında durum nasıl peki? Dram dizileri 42 dakikadır, reklamlarla 1 saat olur. Komedilerse 21 dakikadır, reklamla 30 dakika olur. Ama mesela Seinfeld’de yayınlanan reklamın saniyesi 200 bin dolardı, yanlış hatırlamıyorsam. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Daha 15 yıllık bir özel televizyon geçmişi olan ülkemizde reklam sektörü stabil hale gelmeden dizilerimiz uzun olmaya ve bunun sonucunda da senaryolar şişkin olmaya devam edecektir. Başka bir bakış açısı da yan karakterlerin ve figüranların oyunculuğu. 3. ve sonraki kişilerin oyunculuklarına dikkat edilmedikçe dizilerimiz ciddi manada dikkate alınmayacaktır. Alinur amcam da olaya bu açıdan yaklaştı. Çünkü yurtdışında konuk oyuncular bile döktürür.
- Aşk-ı Memnu Türk dizi tarihinde bir ilki gerçekleştirdi ve HD kalitesinde yayınlanmaya başlandı. İşte Kanal D, diğer kanallardan bu yüzden önde, seyirciye değer veriyor.
- Yine Aşk-ı Memnu‘dan bahsedecek olursak, en büyük sorunu öykünün günümüze uyarlanamaması. 2000’li yıllarda 1880’lerin öykü yapısı çok sırıtıyor.
Öylesine Notlar – 3
- Geçen gün ilk defa metrobüs denen şeye bindim. ‘Şey’ diyorum çünkü ucube bir ulaşım aracı. Zaten metro değil, tramvay değil, otobüs de değil, e troleybüs de değil. Zaten o yüzden ‘metrobüs’ demişler diyebilirsiniz. Yanlış cevap ama! Bir arkadaşım dedi, gerçek metrobüs vagonu getirilememiş, o yüzden otobüs kullanılıyormuş. Türk’üz, haklıyız, doğruyuz!
- Metrobüs maceramız Alice Harikalar Diyarında’ya fena halde benziyordu. Şero ile Topkapı’da otobüsten indik, metrobüs durağını bulana kadar çok absürd yerlerden geçtik, ıssız, çorak, modern. Kent İstanbul olunca bu 3 unsurun birleşimi absürd oluyor. Neyse, durağa geldiğimizde tüm insanlar gibi beklemeye başladık. Bir otobüs durmadan geçti, ikincisi durdu ama. Bindik, hatta oturduk, absürdizm asıl o zaman başladı. Milletin çoğu binmedi! İstanbul’da imkansız bir olaydır, İETT’lerde her santimetrekare kullanılırken metrobüsün yarısı boşken millettin binmemesi çok garipti. Sonraki durakta yine aynı durum tekrarlandı, üstelik arka arkaya 3 metrobüs birer dakika ara ile dizildi. Sonra Şero dedi ki “Oğlum, bu bir rüya kesin! Topkapı’da bir travesti toplu taşımaya binmez!” Neyse ki sonra durum normale döndü!
- Florya’ya gittik, hiçbir şey yoktu. Sırayla dizilmiş lokantalar var sadece. Uçaklar 3 dakika ara ile üzerinizden geçerek Yeşilköy’e iniyor. Issız, sakin bir yer. Apartman yok! 3-4 katlı evler bana daha çok Ege sahil kasabalarını hatırlattı. Fena halde garipti, İstanbul’a hiç benzemiyordu.
- Belediye tesislerinde hayatımda yediğim en garip hamburger menüsünü yedim. Patates ve hamburger tamam da salata ne alaka! Üstelik poşette zeytinyağı da verdiler. Çok salakçaydı. Hamburger yiyen biri neden salata istesin ki? Biri sağlıklı, biri sağlıksız!
- Geçenlerde okumuştum İsviçre’de ayın polemiği “Erkek, pembe giyer mi?”ymiş! Bence giymez. Yani ben giymem, önyargıysa önyargı kardeşim. Gerçi giyen bir arkadaşım vardı ama hiç yakışmıyordu. Tabii bir de madalyonun diğer yüzü var: Adamların tartışılacak derdi yok, bunlarla oyalanıyorlar.
- Yaklaşık 1 ay önce okumuştum, insan ansiklopedisi etkinlikleri yapılıyormuş özel yerlerde. Ansiklopediden okuyacağınız belli bir konuyu, o konuda uzman ya da bilgili bir insandan alıyorsunuz. Oldukça ilginç ve güzel. Bana çağrıştırdığı ise Fahrenheit 451’daki kitap insanlardı. Kitap okumanın yasak olduğu gelecekte geçen filmde, klasik kitapları gelecek nesillere aktarmak için onların her birini ezberleyen insanlar vardı. Öyle ki bir kitabı ezberleyen biri, kendi adını unutarak artık sadece o kitap oluyordu.
- Bugün IMDb’de The Sound of Music’e bakıyordum. Bu ünlü müzikal, BBC yetkilerince olası bir atom bombası patlamasından sonra gösterilecek ilk film olarak seçilmiş. Amaç, halkın yerle bir olmuş moralini toparlamak. Adamlar onu bile düşünmüş yani. Bir de bize bak. Saldım çayıra Mevla’m kayıra! Yayın politikası bile yok ki bizim kanallarımızın, acil durum planları olsun!
- Şero yine çok ilginç bir albüm tavsiye etti: Hamit Ündaş’tan Janti. Balkan müziği yapan Nick Cave tarzı. Çok acayip bir şey ama kesinlikle kendini dinlettiriyor. Adamın özgün vokaline alışanlar bu albümü tutar. ‘Cehennem Çocuğu’ favori şarkım. Yalnız B tarafının sadece akustik olması albümün çapını düşürmüş.
- Dün harika bir medya-politika ilişkisi hakkında monolog izledim. Gerçi tüm film başlı başına taşlama ama New York’taki politikacının monologu bir başkaydı. Filmin adı Network bu arada.
- Atilla Dorsay ne güzel yazmış You Don’t Mess With the Zohan eleştirisinde. Recep İvedik iyiydi diyenler, bir zahmet Zohan’ı izlesin demiş. Yerden göğe haklı. Abartı, aşırı cinsel şakalar, klişeler gırla gidiyor filmde AMA bir konusu var, bir amacı var, en önemlisi tıkır tıkır işleyen bir senaryosu var. Üstelik salt kaba espriler barındırmıyor, zeka dolu esprilerle bir şeyler de anlatmaya çalışıyor.
- Bugün, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının 1. yıldönümü. Gül, seçilmeden önce çeşitli endişeler vardı ve bazı demokratlar icraatlarını görmeden Gül’ü eleştirmenin haksız olduğunu düşünüyorlardı. Kısmen de bu görüşleri mantıklıydı. Neyse, 1 yıldır Gül cumhurbaşkanı. Yani icraatlarını gördük. Ama endişelerim daha da arttı. Acaba demokratların buna bir cevabı olacak mı?
- Son 1 aydır Kuran-ı Kerim’i okuyorum. Hızlı olduğum söylenemez, amacım anlayarak, sindirerek okumak. Bunu şundan dolayı belirttim: Anladığım kadarıyla, Kitap bir kimsenin dininin kendi içinde olduğunu özellikle vurguluyor. Yani zorla, başkasının tesiriyle iman olmaz. Ne kadar ağzın öyle söylese de önemli olan kalbin ne dediği. Bugün Vatan’da okudum, Ankara’da içki bayilerini zabıta dövüyormuş. Şimdi o zabıta adama içki sattırmayınca ekstradan sevap mı kazanacak? Yoksa, niyeti tamamen içkinin kökünü mü kazımak? Öyleyse, içki içmeyen her insan iyi mümin mi oluyor? Bu ülkede içki yasak olursa birden ahlaklı mı olacağız? Vallahi sadece merak ettim!
- Hayırlı olsun! 19 yıl sonra Soğuk Savaş başladı! Demek ki savaşın niyeti Indy’yi beklemekmiş! Şimdi herkes bir şey olmamış gibi davranacak mamafih savaş hazırlıkları hızlanacak. Politikalar, dolayısıyla ekonomik antlaşmalar ona göre belirlenecek. Şimdi bunlar yüzünden de bahaneler üretilecek. Önsezilerim ne yazık ki çıkıyor, en geç 10 yıl içinde 3. Dünya Savaşı patlayacak! Benim asıl korkum ise önceki dünya savaşlarında olduğu gibi önce büyük bir ülkede iç savaş yaşanma ihtimali ve bu ülkenin Türkiye olma ihtimali. Çok mu karamsarım?
- Son zamanlarda Habertürk’te yayınlanan ‘Saba Tümer’le Bu Gece’yi izliyorum. Bir kere boş konuk çıkarmıyor Tümer. İkincisi, sohbet klişelere düşmüyor ve enteresan yerlere varabiliyor. Son 2 aydır televizyonda gördüğüm en içi dolu program.
- Geçen gün iyice düşündüm ve entel olduğuma karar verdim. Ama dikkat edin entelektüel değilim. Yani ben çakmayım, kendisinin bir bok bildiğini zanneden ama tikiden hallice olan biriyim. İşin kötüsü çoğu Türk de benim gibi. Biraz okuyan, dinleyen, işiten herkes kendini entelektüel zannediyor. Batıyla aramızdaki esas fark da bu! Zülfü Livaneli bu aralar Türkiye’de aristokrat olmadığını yazıyor. Çok doğru bir saptama. İşin daha da kötüsü, entelektüel de yok!
- Bugün Vh1’da Lambada klibine denk geldim. Hem şarkı harika hem de klip! Aradan 19 yıl geçmiş hala hayranlıkla izleyebiliyorsunuz. Bu arada dikkat ettim klipteki kadınlarda tanga var. Sapık mısın, diyeceksiniz. Şu manaya getireceğim: Tangayı ben ilk defa lisede duydum, o zamanlar yeni çıkmış olması lazım. Ama meğerse ben öyle zannediyormuşum, 89’da da giyiliyormuş.
- Bu arada çoğunluk bikininin 50’ sonrası üretildiğini söyler. Yanlış çünkü gözlerimle gördüm ki milattan önce de giyiyorlarmış. Sicilya’da gittiğim bir mozaik müzesinde voleybol oynayan bikinili kızların mozaikleri vardı. Düşünün, o zamanlarda bile spor yapan kız gözdeymiş!
- Geçen ay Empire dergisi zorla Saw’un DVD’sini verdi. Önceden de veriyordu ama seçeneğin olduğundan hep diğer DVD’yi alıyordum. Bu sefer seçeneksizdim. Eeee madem aldım dedim, izleyeyim. Fena değildi, senaryosu hoş ve şaşırtıcı. Ama bu filmden 4 devam filmi çıktığına hala aklım almıyor. Üstelik çakmaları da cabası. Bu yıl Türkler de dayanamamış, Destere’yi çekmişler. Ne diyeyim yani!
- Dün liseden yakın bir arkadaşımla Bursa’da yürüyoruz. Laf, artık Bursa’da kimseyi görmediğimizden açıldı. Gerçekten tüm arkadaşlarım şehir dışında. Neyse, tam geyik devam ederken çat diye biyoloji öğretmenimiz çıkmasın mı karşımıza. Yuh yani!
- Arkadaşla 1 saat yürüdük ki Bursa bitti! Şaka değil, gerçek! Bursa’da gezeceğiniz yer 1 saatte yürünebilen bir cadde üzerinde!
- Hiç aklım almayan bir olgu var, bir programa kitlesine ters olarak reklam verilmesi. Nasıl mı? Mesela bir kadın programına futbol temalı bir reklam verilmesi. Ben küçükken de çizgi film aralarında deterjan reklamı koyarlardı.
- Türk televizyonlarında diziler uzun sürmez deriz ama Bizim Evin Halleri bunun tersini söylüyor. 9. sezonuna yeni kanalında giriyor. Tabii bu uzun yıllar boyunca da bir sürü ismi ünlü etti. Aklıma gelenler Şahap Sayılgan, Levent Ülgen ve Ayşenil Şamlıoğlu.
- Daha önce de Fehrunde Hanımlar vardı, belki hatırlarsınız. O dizide de Tamer Karadağlı, Melek Baykal ve Güven Hokna vardı. Hey gidi günler.
- Hakan Peker’in ‘Amma ve Lakin’i Mustafa Sandal’ınmış. Keza Ayşegül Aldinç’in ‘Yanmışsın’ı ile Deniz Arcak’ın ‘Yağmurdan Kaçarken’i de öyleymiş. Şaşırdım valla. 90’larda müzik piyasası çok acayipti.
- Genellikle yaşıtlarımın düştüğü yanlışların başında, bir filmi fazla abartmaları gelir. Bazı filmler birtakım öğeleri değişik yapınca ilk defa yapıldığını zannederler ve filmi yere göğe koyamazlar. Oysa o filmden önce de aynı olay yapılmış olabilir. Son 2 günde bunun güzel 2 örneğine rast geldim: Peckinpah’ın The Wild Bunch’ı şiddetin filmde kullanılışı bakımdan çok çarpıcı, üstelik bunu Tarantino ve Rodriguez’den yıllar önce yapmış. Kill Bill hayranlarına duyurulur. Aynı şekilde Couzet’in Les Diaboliques’i bir muammadan doğan gerilim ve bu gerilimi finalde doruğa çıkarıp sürpriz sonla biten filmlerin atası sayabiliriz. Son 10 yılın favori teması, sürpriz son ve bunu başlatan da Shylamalan ve The Sixth Sense’dir. Les Diaboliques bitince hem deja vu oldum hem de filmin kıymeti gözümde defalarca kat arttı. 1955 yılında adam böyle bir film çekmiş düşünsenize.
- Geçen gün MGM’de (Digitürk) çok absürd bir film seyrettim: Sunday Bloody Sunday. Absürd olması şundan: 70’lerde çekilmiş olmasına karşın rahat bir şekilde biseksüel bir erkeğin kız ve erkek arkadaşının ruhsal analizini çıkarmış. Üstelik hem kız arkadaşı, hem de erkek arkadaşı karşı tarafın farkında! Günümüzde böyle bir filmin çekilebileceğini zannetmiyorum. Sanırım 70’ler sadece ülkemizde değil, tüm dünyada en özgür yaşanılan, tüm fikirlerin rahatlıkla konuşulabildiği on yıldı!
- 70’lerin bu serbestliğini gözlemleyebileceğiniz en iyi 2 örnek de Hair ve The Midnight Cowboy’dur. Biri 70’leri hazırlayan 68’ kuşağını anlatırken diğeri New York’a gelen kovboy bir jigoloyu perdeye getirir. Üstelik o kovboy ‘En İyi Film’ Oscar’ını alır.
Öylesine Notlar – 2
- Olimpiyatlar tam gaz devam ediyor. Çok sporla alakadar olmayan insanlar bile merakla Pekin’i takip ediyor. Mesela ben. Çok takip ettiğim söylenemez ama zaman buldukça olimpiyatlara bakıyorum. Şu an yüzme yarışları devam ediyor hatta, ben cümleyi yazarken de 200m serbestte dünya rekoru geldi. Rekor izlemek heyecan verici bir olay. Tarihi bir anı canlı izliyorsunuz.
- Yüzmeyi izlemek çok zevkli. Değişik stiller ve mesafelerdeki yarışlar yarışlara devinim kazandırıyor. Bu olimpiyatlarda yüzme daha da heyecanlı çünkü devamlı yeni rekorlar geliyor. Mesela dün yapılan 400m karışık erkekleri yeni izledim. Efsane bir yarıştı. Tam 6 takım (zaten geriye 2 takım kalıyor) eski dünya rekorunu geçti. Yeni rekor da 50 saniye geriledi.
- Olimpiyatların bir amacı var en önemlisi: Dünya barışı. Hatta Pekin buna daha da vurgu yaparak ana cümlesini açılış töreninde öne çıkardı: “One World, One Dream” yani “Bir Dünya, Bir Rüya” Benim en büyük hayalimdir tek çatı altında toplanan dünya fakat giderek ütopya haline dönüşüyor. Olimpiyat açılışından sadece 24 saat önce yeni bir savaş başladı: Gürcistan-Rusya Savaşı. Hoş, zaten hali hazırda birkaç savaş devam etmekte lakin barışı vurgulayan bir organizasyonun hemen yanında bir 1. dünya devletinin savaşa girmesi çok manidar. Benim asıl merak ettiğim bir müsabakada karşı karşıya gelebilecek Rus ve Gürcü sporcuların haleti ruhiyeleri.
- Olimpiyat her zaman olduğu gibi teknoloji demek aynı zamanda. Yüzmedeki rekorların bir sebebi de tekstildeki son 10 yılda yaşanan akıl almaz gelişme. Ama televizyonculuk da olimpiyatlarla gelişiyor. HD yani yüksek çözünürlük teknolojisi ilk defa olimpiyatlarda. Gazetelerde tam sayfa reklamlar bunun müjdesini veriyor. Eurosport harika bir kaliteyle olimpiyatları veriyor. TRT de beni şaşırtarak apar topar HD’ye geçti. Yalnız TRT her zamanki gibi çok yavan yayın yapıyor. Digitürk ve D-Smart sahipleri bu konuda çok avantajlı.
- Geçenlerde TRT 3 ile Eurosport arasında mekik dokurken Eurosport 2’de spor denemeyecek bir şey ile karşılaştım. Adına Viking denilen Japon icadı bir müsabaka. Hani çocuk programlarında zamana karşı parkur yarışmaları olurdu ya. İşte Japonlar bunu büyüklere uyarlamış. Üstelik saygın bir spor kanalı da bunu yayınlıyor. Pes doğrusu.
- Bilmeyenler vardır belki Banvit’in açılımı Bandırma Vitaminli Yem Sanayi’dir.
- Dün yine Kanyon’daydım. Artık onun da kemikleşmiş bir kitlesi var artık. Yaz-kış aynı dolulukta. Doygunluk sınırına ulaşmış.
- Tayyip Erdoğan acaba Saakaşvili’nin düştüğü durumdan ders almış mıdır? Hiç zannetmiyorum.
Öylesine Notlar
- Kuşadası’nda evden çıktık, Davutlar tarafına gidiyoruz. Long Beach’in girişinde tipik Ege pazarı kurulmuş. Pazarın girişine kemer yapmışlar, üstünde de yazı ‘Sosyete Pazarı’. Burası normal. Yanında bir kemer daha var, üstünde de ‘Society Bazaar’ yazıyor. Hoppa, orada dur bakalım. Yazıyı bariz İngilizcesi kıt biri çevirmiş. Çünkü ‘sosyete’ Türkçe’de belli bir kesimi ifade ediyor ama ‘society’ İngilizce’de ‘topluluk’ demek. Böyle bakınca komik tabii. Peki ne olmalıydı derseniz cevap ‘High Society Bazaar’ olur.
- Dün ilk defa özel bir plaja, yani beach’e gittim, efem. Tabii Kuşadası’nda olduğundan pek kalabalık değil ve ünlü de yok. Kadınlar Denizi bitimindeki Miracle Beach Club’taydım. İlk falso çok merdiveni olması, bir arkadaşımın dediği gibi asansör lazım. Ortam ferah, şezlonglar, minderler her yerde. Sıkıldın, bahçe masaları var, bar kenarı sandalyeler var. Yayıl yayılabildiğin kadar. Tabii Kadınlar Denizi olduğundan deniz harika. Giriş 15 kafa, bir yerli içki dahil. Biraz yattım, sıcak geldi. Gölgeye kaçtım, kitap okudum, pek keyif vermedi. Ipod’a el attım, yok, hiç dinlenmiyor. Son seste bile DJ’in müziği kulaklarında. Bası öyle coşturmuşlar ki kabinin altında tuvaletler var, bangır bangır titriyor. Tek çözüm muhabbet. Allah’tan mahalleden birkaç elemana rastladım da vakit geçti. Arkadaşlarınla gideceksin, muhabbet, tavla, bira, deniz gidecek. Öbür türlü çekilmez. Ayrıca duşları kötüydü mekanın.
- Tatil başka bir şey harbiden. Kafamda bir sürü derdim var ama hiç aklıma gelmiyor. Bazen geliyor, direk dümen kırıyorum. Hele yüzerken kafamda bir hayal gidiyorum balıklama. Hakkaten çok garip.
- Kuşadası çok acayip olmuş. Dönmelere benziyor. Hiçbir şeye benzemiyor ama bir şey. Her taraf ev, insan ama baktığında boş geliyor. Çok dağınık desem Bodrum daha dağınık. Başka bir faktör var ama çözemiyorum. Yine de denizi harika. Kafa dinlemek için de süper. Bakın, ne zamandır yazamıyordum, neler yazıldı.
- Bugün Pekin 2008 açıldı. Tören enfesti. Zhang Zyi döktürmüş. Adamlarda binlerce yıllık kültür de var, dopdolu bir tören hazırlamışlar.
- Yine olimpiyat töreninde enfes bir havai fişek şov vardı. “İşte budur!” dedirtti. Hele Türkiye’de havai fişek o kadar ayağa indi ki ben bıktım. Önüne gelen atıyor, yok doğumgünü, yok düğün, yok bilmemne. Oysa belli günlerde adam gibi atılsa hem cazibesi hem de manası artar. İşin kötüsü her yer adam gibi de atamıyor, piç oluyor güzelim fişekler. Çok yanlış.
- Çarşamba harika bir deniz vardı Kadınlar Denizi’nde. Bir güzel yüzdüm, tam çıkarken ayağıma bir şey çarptı ve anında acımaya başladı. Eve gittim, babama baktırdım, “Çizilmiş, abartma!” dedi. Ama acı artmaya başladı. Giyinip oturdum öylesine. Komşumuz halimi görünce, ne olduğunu sordu. Anlatınca Çarpan Balığı’na çarptığımı söyledi. Bir leğene sıcak su koyup, üzerine de tendir diyot damlatıp ayağımı sokmamı söyledi. Gerçekten acımı azalttı bu işlem, babam da durumu abartmadığımı anladı. Acı 2-3 güne geçti. Bu arada bu balık sadece düzgün denizlerde olurmuş, dikkat!
Dopdolu Haziran
“Nerden başlasam,
Nasıl anlatsam?”
Öyle bir haziran geçirdim ki hangisini nasıl anlatacağımı tahayyül edemiyorum. Hayatımdaki en dolu yazlardan biriydi şüphesiz ve de en önemlilerinden. Ben yine de kronolojik bir sırada anlatmaya çalışacağım elimden geldiğince.
1 Haziran: Okul hayatımın gayriresmi bittiği gün. Son finalime bu gün girdim. Ardından Şero ile viskili bir kutlama yaptık sadece.
9 Haziran: Okuldaki tüm sorunlarımın çözüldüğü, mezuniyete formaliteler hariç engel kalmadığı gün. İTÜ’ye nefretimin doruk noktası. Sonra bu nefret-zaman grafiğinde sabit bir ivmeyle azalma yaşandı ve ufak sapmalar hariç azalmaya devam edecek. Ama sıfıra uzun zaman ulaşacağını zannetmem.
12 Haziran: İstanbul Yelken Kulübü’nde mezuniyet balosu düzenlendi. Gerçekten güzeldi. Erkancığımın balo sonrası organizasyon eksiği hariç harikaydı. Gariptir, yaklaşık 1 ay geçti ve sadece anları hatırlamıyorum, tümü güzeldi.
20 Haziran: Türkiye-Hırvatistan maçını Nevizade’de arkadaşlarla izledim. Muhteşem bir geceydi. 8 gibi mekana oturduk. Sabırsızca maçı bekledik. Ve maç: Golsüz 119 dakika sonra 2 gol, farklı kalelere. Penaltılardan sonra İstiklal’de yürüdük. Meydan muhteşemdi. Trafik ise kilit. Yaşanması gereken bir gece.
24 Haziran: İTÜ Stadyumu’nda kep töreni düzenlendi. 10000 kişinin katıldığı tören beklemediğim halde düzgündü. Bakanın konuşması çok gazdı ve komikti. Diplomamı almak çok hoştu, hayatımın anlarından biri kuşkusuz. Ardından tek başıma Özsüt’te kutlama yaptım: Bol çikolatalı bir pasta. Değdi!
25 Haziran: Fakültede mezunlar için ödül töreni ve kokteyl düzenlendi. Törende ben de okulda film çektiğimden özel ödül aldım. Çok onore ediciydi. Akşam ise Almanya ile yarı final vardı. Ah Rüştü ah!
27 Haziran: Kuzenim Arda Ezer evlendi. Yine İstanbul Yelken’deydim. Düğünleri sevmediğimden yine sıkıldım ama yapacak bir şey yoktu, sonuçta kuzenim. Günün olayı damadın kardeşinden geldi (kuzenim): Düğünün ortasında elbisesine basıp ayağını kırdı.
28 Haziran: Teyzem şehir dışından gelenlere evinde yemek verdi. Bence gereksizdi ve sıkıntı dolu bir akşam daha yaşadım.
Bu arada düğün sırasında 4 yıldızlı Aden Otel’de kaldık. O otele o kadar yıldızı kim verdi acayip merak ettim. 2 yıldızdan bir gıdım yukarıda değildi.
Bir Hafta Böyle Geçti
“Haftanın sonu
Bir nakarat gibi!”
Diyor Pinhani. Her ne kadar kulağa mantıklı gelse de, aslında mantıksız. Çünkü asıl nakarata benzeyen, birbirinin kopyası olan hafta içleri. Hafta sonları ise birbirinden farklı olaylara gebe. Bir yere gidersiniz, tatil olabilir; piknik olabilir; müze, sergi, konser olabilir; tanıdığınız size gelir; düğün olur; ek bir işiniz olur; vs. Her hafta böylece farklılaşır.
Bu hafta da öyleydi. Son final haftası olması sebebiyle çalışarak geçirdim haftayı. Pazartesi günkü Gölet pikniğini saymazsak perşembeye kadar çıkmadım denilebilir. Boş zamanlarda da kitap okudum, film izledim, Across the Universe’ün ses kayıt albümünü keşfettim. Bir de fason bir şirketten aldığım iş teklifi vardı, tabii ki kabul etmedim.
Perşembe ilk sınav vardı. Okulda yine geyik oldu bolca. Tipik bir sınav günüydü. Asıl Cuma günü bombaydı. Sabah 5’te kalktım. Bir yandan notlara çalışırken, diğer yanda Lost’un son bölümünü aradım durdum. 7 gibi linkler verildi, hızla indirdim. İndirme bitince de hızla okul yoluna düştüm. 9.30’da sınava girdim, berbattı, kalmam inşallah.
Neyse, sınav sonrası biraz geyik yaptım, yemek yedim, balo listesiyle uğraştık. Sonra Şerocum ile İTÜ Vakfı’na yapılan bir ziyaretten sonra evine gittik. Lost’u izledik. Final bölümüydü ama eski finaller kadar etkili değildi, bazı şeyleri çözdü ama adanın ‘move’ yapması akıllara sezaydı. Dizi bitince yemeğimizi yedik: Birer ekmek kokoreç, hayvani doyduk.
Ardından viski şişesini açıp sohbet ede ede bitirdik, çok hoştu. Sabah erken kalkmak için 1’e gelirken yattık, güzel bir uyku çektik.
Sabah 9’da Kabataş’taydık. EPGİK Ada Pikniği kafilesine katıldık. 1,5 saatlik vapur yolculuğu sonrasında Büyükada’da indik. İskele’den sonra sağdaki yolu takip ederek piknik yerine 40 dakikalık tempolu bir yürüyüşle ulaştık. Bol geyik yapıldı, mangal yandı, yemek yendi, yakan top oynandı. Güzel eğlendik kısacası. Dönüşte de biraz yorucu olsa da aynı rotayı izleyerek Kabataş’a geldik. Ardından ben direkt yurda gelip yıkandım. Üstüne yemek yerken A Guide to Recognizing Your Saints filmini izledim. Güzeldi valla, hayata değişik bir açıdan bakıyordu, en önemlisi kadrosu efsaneydi. Ardından da internette dolaştım biraz. Yattığımda saat 1’i çoktan geçmişti, akrep 2’ye varıyordu.
Pazar sabahı ferahtı, tüm gün ferahtı aslında. Gazetelere göz attım, piknik fotoğraflarını facebook’a yükledim, anneannemi ve teyzemi aradım. Bu arada Engin durmadan oda toparlayıp, bir şeyleri bir yerlere taşıdı. Saat 9 oldu, hala dışarıda. Osman geldi bir ara, tez geyiği yaptık. Onlar ayrılırken ben takımımı kuru temizlemeye vermek üzere İstinye Park’a gidip geldim. Geldiğimde kaynım gurulduyordu. Yemek eşliğinde John Cusack’ın son filmi Grace is Gone’ı izledim. Etkileyici bir melodramdı. Beğendim, çok sade olsa da. Ardından, internet, yazı ve sohbet üçlüsü arasında gidip geldim. Saatler 9.19’u gösterirken ben hala yazıyorum. Engin gelse de Özsüt’ten aldığım tatlıyı yesek.
Son Yorumlar