Arşiv
Tiflis Notları – 1. Kısım
Gezimizin başı haziran ayında bir gece başlıyor. Saat 11’i geçerken Engin beni arayıp “Artun, ucuza bilet buldum! Gürcistan’a gidelim mi?” diyor ve 20 dakika içinde 4 ay sonrasına 3 tane gidiş-dönüş Tiflis bileti alıyorum Pegasus’tan. Uçuş tarihinden 2 gün önceye kadar da hiçbir şey yapmıyoruz, bu yolculuğa dair. Bir önceki gün, sadece hostel rezervasyonumuz yapılıyor.
8 Ekim’de TSİ 02.00’da Tiflis Havaalanı’na iniyoruz üç kişi, Engin, Hilal ve ben. İlk dikkatimizi çeken şey, havaalanının TAV tarafından işletildiği. Vizesiz olarak pasaport kontrolünden geçtikten sonra bavulumuz olmadığından direkt çıkışa yönleniyoruz. Çıkışta, elinde hostelin logosu bulunan bir Gürcü bizi karşılıyor. Biraz para bozdurduktan sonra bizi hostele götürüyor.
Yollarda ilk gözüme çarpan, oldukça geniş bulvarlar. Uzakta da Eyfel Kulesi misali bir kule ışıldıyor. Tiflis merkezine yaklaştıkça kule daha da yakınlaşıyor. Sonradan bu kulenin, basit bir TV anteni olduğunu anlamak canımı sıktı fakat Gürcülerin ışıklandırmadan iyi anladığı bir gerçek. Geceleri Tiflis zekice ışıklandırılıyor. Tepedeki iki kaleye vuran ışıklar eteklerdeki karanlıkla mükemmel bir uyum sağlıyor, bir an kalelerin havada uçtuğunu bile sannedebilirsiniz.
Hostelimiz, Soul Hostel’e hemen yerleştikten sonra uyuyoruz. Sabah 9 olmadan uyanmak dinlenememek açısından can sıkıcı olsa da günü değerlendirmek açısından avantaj oluyor. Aşağıya indiğimizde hostelin sahibesiyle tanışıyoruz. Kendisinden kahvaltı konusunda tavsiye istiyoruz. Bize, Gürcülerin Türkler gibi ağır kahvaltı yaptığını ve nasıl bir kahvaltı istediğimizi soruyor. Yerel bir tat aradığımızı söyleyince bize bir adres veriyor.
Böylece ilk defa dışarı çıkıyoruz. Hava sıcak, bulut bile yok. Hostel sahibesinin talimatıyla köprüyü geçip geniş bulvardan yukarı tırmanıyoruz. Garip Gürcü alfabesinden dolayı biraz dolansak da restaurantı buluyoruz. Bu arada garip bir not, çoğu restaurant bodrumda Tiflis’te. Kapıdan girince merdivenden iniyorsunuz.
İlk yemeğimizde, içinde peynir olan bohça şeklinde hamur, çiğböreğinin daha büyüğü şeklinde peynirli hamur işi ve peynir eritilmiş mantar yiyoruz. Birer adet da limon aromalı gazlı içecek içiyoruz ki gayet güzeldi. Bu yemeğe yaklaşık 40 TL verdik ki akşama kadar başka şey yemeden bizi idare etti.
Sonra başlıyoruz dolaşmaya. Tiflis, 90’ların başındaki Türkiye’ye benziyor. Komünist rejimden kalma geniş caddeler, parklar, meydanlar göze çarpıyor. İlk gün dolaştığımız kentin eski kısmında, binalar hep eski, hatta bazıları kaykılmış. Geniş hollerle binalara giriliyor, arkalarında geniş bir avlusu var çoğunun, avlunun ortasında birer çeşme. Merdivenleri hemen yıkılacakmış gibi.
Yaşlı teyzeler sokaklarda oturuyor, kimi birkaç tezgah meyve satıyor kimi de kavrulmuş ay çekirdeği. Bakkalları, bizim eski mahalle bakkalları gibi, market göremiyorsunuz. Sokaklar inişli çıkışlı, duvarlarda ilanlar, yazılar, yer yer çöp bidonları. Çocukluğumun Bursa’sı buna çok yakındı.
Sonra nehir kenarına iniyoruz. Her yer kalabalık, bir meydanda konser var, insanlar cıvıl cıvıl. Sonradan öğreniyoruz ki bu haftasonu, Tiflis’in resmi festivali varmış. Normalde ekim sonu olan festival biraz Sarkozy için biraz da daha sıcağa almak için ekim başına çekilmiş. Bu arada ana caddelerde her adım başı Gürcistan, AB ve Fransa bayrağı vardı. Bizden hemen önce Sarkozy ziyaret etmiş şehri. AB üyeliği konusunda ümit vermiş. Ertesi gün parlementonun önünden geçerken arkadaşımız Soppa, “Aday bile olmadan gönderine AB bayrağı çeken tek ülkeyiz.” diye dalga geçiyordu.
Kalabalık içinde, daracık sokaklarda dolaştık. Her mekan önüne meyve koymuş, herkese sunuyordu. Başka bir meydanda bir caz konseri vardı. Her köşede farklı bir etkinlik vardı aslında, çocuklar içi oyunlar, büyükler için konserler ve değişik pazarlar.
Arada yoldan sıvı pestil olarak tanımlayabileceğim bir yiyecek alıyoruz ama hiç birimiz sevmiyoruz. Hemen ötede önemli gözüken bir kiliseyi ziyaret ediyoruz, ardından da bahçesindeki bankta biraz dinleniyoruz. Erken kalkmak etkisini göstermeye başlıyor böylece.
Biraz daha yürüyerek nehir üzerindeki tek modern köprüyü geçiyoruz (fotoğrafı aşağıda). Anlaşılan Tiflis’in Avrupai yüzünü oluşturuyor. Bu köprünün, gece de özel biçimde ışıklandırıldığını ekleyeyim. Köprünün diğer tarafında bir dükkandan hediyelik eşya alıyoruz, çünkü bana ısmarlanan siparişler var. (Hediyenin de siparişi oluyor yani!) Tiflis tatilinde en acıdığım parayı buraya bağışlıyorum, fiyatlar gayet yüksek.
Hemen sonra yorgunluğun etkisi iyice artınca bir cafeyle oturuyoruz. Ben içimi yumuşak yerel bir bira deniyorum. İçki fiyatları bizden ucuz, bilhassa yerel içkiler. Karşımızdaki cafenin adı ve sloganı insanı gülümsetiyor: KGB – Still Watching You
Kalkmadan hostele dönüp dinlenmeye karar veriyoruz. Dönerken Engin ile Hilal dondurma alıyorlar, kalabalık bir dondurmacıdan ve çok beğeniyorlar, ben şansımı yarın denemeye karar veriyorum. Ardından odamıza dönüp 1-1.5 saat uyuyoruz, iyi de oluyor. Çünkü akşama Soppa ile buluşacağız. 2. Kısımda o da!
Edirne Gezisi – 3. Kısım: Selimiye Cami ve Dönüş Yolculuğu
Edirne gezisinin üçüncü ve son yazısı bilerek gecikti. Çünkü biraz fotoğraf eklemek istedim. Onlar da geç kalınca ertelendi bayağı. En son Karaağaç’tan dönerken Japon gezgin Kohey’i arabamıza almış, Edirne merkeze dönüyorduk. Devam edelim:
Aracı uygun bir yere park ederek Filiz’in yoğun isteği üzerine tavuk döner yemeye gittik çarşıda. Et döner varken tavuk olanı hiç beni cezbetmez, Filiz en iyi tavuk dönerin Edirne’de olduğunu ısrarla savunsa da ben farkını bulamadım. Ucuza karın doyurma yemeği işte, 3 tl’ye içecek dahil kalkıyorsunuz.

Ardından hep beraber Selimiye’ye gittik. Mimar Sinan’în ustalık eseri olan, şehrin her tarafından mutlaka görünebilen bu göz kamaştırıcı mimari esere kelimeler yetersiz. Hakkında anlatılan onlarca rivayet bile büyüsünün yanında sönük kalıyor. Mimar Sinan, sanırım Osmanlı’da gerçek manasıyla sanatını icra edip karşılığını görebilen ve yapıtlarına hala değer verilen nadir dehalardan.
Selimiye çıkışında Engin’in arkadaşı Martı Uçtu bizi karşıladı. Adı üzerinde gezgin bir martı kendisi. Gezdiği yerleri de benim gibi kendi blogunda anlatıyor, okuyabilirsiniz.
Daha fazlasını oku…
Edirne Gezisi – 2. Kısım: Edirne Turu, Karaağaç, Sağlık Müzesi
Kırkpınar Güreşleri’nden sonra Filiz’in annesini almaya eve döndük. Biraz oturup dinlendikten sonra dışarı çıktık. Yürüyerek merkeze inip Necati’nin Yeri diye bir lokantada ciğer ve tatlı yedik. Edirne’nin en meşhur yemeği olan ciğer, bilhassa Kırkpınar Restaurantları ile daha da ünlendi son zamanlarda. Açıkçası Kırkpınar’da yediğimi daha çok beğenmiştim. Damak tadım ona daha uygun olabilir tabii. Tatlı olarak da peynir hevlası ile dondurmalı irmik denedik. Ben hevlayı daha çok beğendim ama kızlar tutturdu “Peynir hevlası asıl Çanakkale’de yenir.” diye. Valla Çanakkale’ye gitmediğimden bilemeyeceğim ama madem öyle, bir de Çanakkale yapmak gerek!
Oradan çıkarak yürüyerek Meriç’in kıyısına gittik. Bu arada Tunca ve Meriç nehirlerinin üzerinde harika köprüler var. Bunları zamanında Mimar Sinan yapmış. Taştan, hafif kavisli bu köprülerin tam ortasında birer çıkıntı bulunuyor, nehri dolasıya izleyebilmek için. Hala kullanılabilmesi de çok hoş. Bana İskoçya’da gördüğüm eski ama hala kullanılan köprüleri hatırlattı. Keşke Türkiye’de daha fazla yerde eski köprüler kullanılsa.
Meriç kıyısında belediyeye ait bir çay bahçesinde. Ortalık çok huzur doluydu yada bana öyle geldi. Tek sorun, inanılmaz bir sivrisinek popülasyonunun bulunması nehir çevrelerinde. Oturduğumuz yerdeki bina, Lozan Antlaşması öncesi Yunanlılar tarafından gümrük binası olarak kullanılmış bu arada.
Daha fazlasını oku…
Edirne Gezisi – 1. Kısım: Varış ve Kırkpınar Güreşleri
Son 1 aydır uyku sınırlarımı zorluyorum. Bedenime ısrarla işkence uyguluyor gibiyim. Mesela dün toplantıda müdür yardımcımın yanı başında uyukluyordum, zor kendime geldim. İşte böyle bir zaman diliminde, hem de bir cumartesi sabahı, tam uyunacak bir sabahta, 8 buçukta kalktım. Mısır gevreğimi yiyip, sırt çantamla kendimi dışarı attım. Neden mi? Çünkü Edirne’ye gidecektim.
Otobüs-metrobüs-metrobüs-tramvay sıralamasında sonra Esenler’e vardım. Birazcık erken gelmişim. Engin ile Hilal’i beklerken oturayım dedim. Ama ne mümkün? Esenler’de 10’a yakın Metro yazıhanesi var! Hepsi de otogarın farklı köşelerinde. Edirne için olan yazıhaneyi bulunca biraz oturdum. Ardından benimkiler geldi, otobüsün önünde buluştuk. Esenler gerçek bir kaos!
Hilal’in ev arkadaşı Esma da bize katılmış, yada ben yeni öğrendim. Otobüse doluştuk dördümüz ve 2 saat 15 dakikalık otoban manzaralı bir yolculukla Edirne’ye vardık. Yol gerçekten çabuk geçti, kah sohbetle kah kitap okuyarak.
Edirne ‘de bizi Hilal’in babası Ömer Amca karşıladı. Hemen ardından başka bir otobüsle gelen Filiz ve annesi aramıza katıldı. Böylece Trakya’nın en büyük şehri Edirne’ye adımımızı attık.
Daha fazlasını oku…
Bir Karadeniz Seyahati
Günümüzde artık çok az kişiye güvenebiliyorsunuz. Hele dostum diyebileceğiniz kişi sayısı daha da az. İso benim için bu nadir insanlardan biri. Kendisi Karadeniz Ereğli’sinde yaşıyor. Türkiye’nin en büyük demir çelik fabrikalarından bir olan Erdemir’de çalıştığından 1 yıl önce oraya taşındı. Ben de hem İso’yu göreyim hem daha önce hiç görmediğim bu Karadeniz kasabasını göreyim diye bir cuma gecesi otobüse bindim.
Fatih’te Bir Pazar Günü
Sabah kalktım. Giyinip kendimi dışarı attım direkt. Hafif yağmur çiseliyordu fakat rahatsız etmeyecek şekilde. Kadıköy’e inen ilk otobüse atladım. 10 dakikada Rıhtım’daydım. İskeleye gitmeden Murat Muhallebicisi’nden poğaça ve açma aldım, vapurda yemek üzere.
Paris Notları – 3
- Paris gezimin 4. gününü tamamen Louvre Müzesi’ne ayırdım. Herkesin bahsettiği üzere dehşet bir insan kalabalığına geziyor müzeyi. Hatta ilk girdiğimde ezileceğimi bile zannettim. Hele şu Uzak Doğulu turistler yok mu, her şeyi fotoğraflayıp kameraya almak istiyorlar. Sanki ömür boyu teker teker o resimlere bakacaklar. Öyle sinirler ki bir merdiven çıkıyordum, birden bir uğultu koptu, herkes durakladı. “N’oluyor?” diye başımı kaldırdım ki bir heykel görmüşler. Ya müzenin her tarafı öyle zaten, kaçık mısınız?
- Louvre’a giriş bir piramidin altından gerçekleşiyor, filmlerde filan görmüşsünüzdür. Müzenin 3 kanadı var: Seine boyunca olan Denon kanadı, orta kısım Sully kanadı ve son olarak Richelieu kanadı. 3 katlı olan müze bu üç kanadın çeşitli kapılarıyla ve esas olarak piramidin altındaki giriş holüyle birleşiyor.
- Ben Denon kanadıyla başladım çünkü Mona Lisa burada bulunuyor. Sabah ve en kalabalık zamanı olduğu için pek hoşlaşmadım. Kanadın 3. katı İtalyan ressamlarına ayrılmıştı. Sayısız resim vardı. Hepsini incelemek imkansız. Zaten o kalabalıkta yürürken bile yoruluyorsunuz, bırakın seyre dalmayı.
- Mona Lisa’nın olduğu salon tam bir çılgınlık yeri. Resim (artık orijinal mi değil mi, bilemeyeceğim) güvenlik camıyla korunuyor, önünde de bir güvenlik şeridi var. Her iki yanda da birer görevli kalabalığı kontrol ediyor. Güvenlik şeridinin önünde de ben oradayken 50 kişi filan vardı. Resmi görebilmek için ayak uçlarımın üstünde yükselmek zorunda kaldım.
- Müzenin her yerinden irili ufaklı yüzlerce oda var ve bunlar da eserlerle dolu. Mesela bir koridorda yürüyorsunuz, gözünüze ufak bir geçiş çarpıyor. Girdiğiniz zaman başka bir ressamın eserlerini görüyorsunuz. Böyle bir sürü oda var. Bunların iyi tarafı, tenha olmaları ve dinlenmek için kanapeler içermeleri. Yani kimsenin gözüne ilişmeden birkaç dakika dinlenebiliyorsunuz.
- İlk 1.5 saat kalabalık beni o kadar yordu ki acıkmamama rağmen müzenin içinde yer alan Cafe Mollien’e oturdum. Biraz bir şeyler atıştırdım ve yazı yazdım.
- Denon’un bodrum katındaki Mısır bölümü çok güzel. Sfenksler, lahitler, eşyalar filan bulunuyor.
- Öğleden sonra Sully’yi daha rahat gezdim. Yine devasa resimler ve tarihi parçalar bulunuyordu. Bir salona girdim. Duvarlarına baştan başa resimler çizilmişti. Bazı odaların tavanlarında bile resim vardı. Görmek için yukarıya mutlaka bakmanız gerekiyor. Kısacası Louvre’un her yeri sanatla dolup taşıyor.
- Richelieu da ise heykeller ve Kuzey Avrupa ressamları göze çarpıyor. Birkaç Vermeer ve Otto Dyck tablosu görenleri mest edebilir. Ayrıca 3. Napolyon’un mobilyaları da ilgi çekici.
- Müzede kapalı tek bölüm İslam sanatları kısmıydı. 2011’de açılacakmış, duyurulur.
- Louvre’u toplamda 10 saatte gezdim. Tenhayken gezmek kesinlikle daha doyurucu. O yüzden Richelieu kanadını gezerken daha fazla keyif aldım. Gideceklere tavsiyem çarşamba yada cuma günü ziyaret etmeleri çünkü bu günlerde 10’a kadar açık oluyor ve 5’ten sonrası çok rahat oluyor.
- Çıkışta Louvre alışveriş merkezine girdim, sadece yemek için. Nispeten ucuz yemek yenilebiliyor.
- Son tam günümü Orsay müzesine ayırdım. Aslında ayırmıştım çünkü o kadar kısa süreceğini tahmin edememiştim. 4 saatte müzeyi tamamladım.
- Orsay aslında eski bir tren garıymış. Şimdiyse bir resim müzesi. Harika bir koleksiyonu var: Monet, Manet, Courbet, Van Gogh, Gaugin, Toulec ve benim daha duymadığım daha nicesi! Bazı resimleri dünyaca ünlü: Mesela Coubet’in ‘Dünyanın Merkezi’, yatan bir kadının vajinasını tüm görkemiyle gösterir (çok ünlü ve pahalı bir eserdir). Monet’in ‘Mavi Nilüferler’i, Van Gogh’un kendini kulaksız çizdiği portresi, Toulec’in ‘Dans Eden Kadın’ı zevkle görülebiliyor.
- Orsay da ‘Suç ve Ceza’ özel sergisi de vardı. Suç hayatı hakkında bir sürü resim ve obje bulunuyordu. Giyotinden gerçek bir hapishane kapısına kadar oldukça provakatif bir sergiydi. Victor Hugo, Picasso, Andy Warhol, Gaugin gibi ünlü sanatçıların eserleri sergileniyordu. Aynı zamanda polis tutanakları ve olay yeri resimleri gibi çarpıcı detaylar da vardı.
- Ayrıca 1800’lerin son çeyreğine bazı özel fotoğraflar da bu müzede bulunuyor.
- Orsay’dan çıkınca Montmarte’ye uğrayayım dedim. Metroya giderken, çok hoş bir hediyelik eşya dükkanı buldum. Oyuncak araba şeklinde çoklu USB cihazı aldım mesela.
- Montmarte’de hediyelik dükkanlar çok var. Oldukça da kalabalık bir semt ama ben hemen kaçmak istedim.
- Sacre-Couer Kilisesi’ne çıktım. Beğendiğimi söyleyemem. Merdivenlerinde bolca turist atraksiyonları vardı. Hepsine uzaktan göz attım.
- Ordan sonra da St. Germain Bulvarı boyunca yürüdüm. Güzeldi. Ünlü bir cafe olan Cafe de Flore’da oturup biraz kitap okudum. Yani entelliğim tuttu. İleriki masalardan birinde üç kişi hararetli bir halde Türkçe konuşuyordu.
- Akşam son kez etrafta yürüdüm. Çok keyifli bir yürüyüştü. Havanın geç kararması çok hoş.
- Son gün sadece havaalanına yolculuk ettim. Uçakta bir güzel hasta oldum. Ama gece 12 civarı Bursa’ya varabildim.
Paris Notları – 2
- Paris’te hoşlandığım şeylerden biri, ara sokaklarda gezerken ilginç şeylerle karşılaşabilmeniz. Mesela Pantheon’dan Doğa Müzesi’ne giderken vitrini Cannes 2010 biletleriyle ve çeşitli sinemasal fotoğraflarla kaplanmış bir eczane gördüm.
- Paris Doğa Müzesi harikulade bir yer. Yeryüzünde yaşayan çoğu canlının 1/1 maketinin bulunduğu 4 katlı bir bina. Balıklardan sürüngenlere, dinazorlardan dodo kuşuna muazzam bir koleksiyon var. Üstelik bazı maketler, kadavralardan yapılmış. Mesela bir boynuzlu balina vardı, şu an spesifik adını unuttum ama kadavradan öyle bir yapmışlar ki canlı gibiydi. Tabii ki her maketin Fransızca olarak uzun açıklamalar mevcuttu. Yani merak ettiğiniz bir hayvan hakkında detaylı bir malumat da edinebiliyordunuz.
- Doğa Müzesi’nde hayran kaldığım bir detay da şuydu: Bir ilkokul sınıfı müzeye getirilmiş ve hocaları tarafından müzeye salıverilmiş. Çocuklar da istedikleri maketi seçerek onun resmini yapıyordu. Hayran kaldığım bir sahneydi.
- Ardından Mason Müzesi’ne gideyim dedim ama gidemedim çünkü kapanmış!
- Zafer Takı’na çıktım. Pek bir özelliği yok. Çok büyük bir yuvarlağın ortasında bulunan yüksek bir tak. Yuvarlak 12 ayrı caddeye bağlanacak kadar geniş. Takın tepesinden çevreyi görebiliyorsunuz.
- Bu yuvarlağın bağlandığı caddelerden biri de dünyanın en ünlü bulvarlarından Champs Elysees Bulvarı. Bulvarın pek özelliği yok ama Bağdat Caddesi’nin çakma olduğunu anlıyorsunuz. İnanılmaz geniş kaldırımlar, cafeler, lüks restarauntlar, son moda mağazalar, caddede son model arabalar ve şık insanlar.
- Bu bulvarın sonunda ortasında bir obelisk olan Concorde Meydanı bulunuyor. Meydan, gerçekten çok büyüktü. Onun devamında da geniş bir park vardı ki bu da Louvre’da son buluyor. Parkta iki büyük havuz bulunuyor, çevresi bedava sandelyelerle çevrili. Ben de biraz oturup yazı yazdım ki çok ferahlatıcı bir zamandı.
- Ertesi gün ilk önce Notre Dame Ketadrali’ne gittim. Pek ilgimi çekmedi.
- Hotel des Invelides’de 6 saat geçirdim. Adına aldanmayın, otel değil askeri müze kendileri. Şöyle söyleyeyim: Adamlar ilk çağdan günümüze kadar askeriye ile ilgili ne varsa koymuşlar. Silahlar, zırhlar, portreler, savaş taktikleri (kimileri 3 boyutlu), kısa belgeseller, 16 yüzyıllık siyasi tarih ki adım adım ve detaylı yazılmış. Tarihi seviyorsanız hayran kalmamak kaçınılmaz! Bir de Napolyon’un mezarı da burada!
- Ardından Eyfel Kulesi’ne gittim. Bildiğiniz gibi kendileri. Çok ama çok kalabalık. 2. katına çıktım hatta ama keyif almadım.
Paris Notları
- Paris’e her zaman gitmek istemiştim. Sebebi belirsiz. Sanırım filmlerde ve televizyonlarda gördüklerimden kaynaklandı.
- Ama aslında Paris bir bahaneydi. Asıl amacım hiçbir tanıdığımın sesini bile duymadan, Türkçe konuşmadan birkaç gün geçirebilmekti. Yabancı bir memlekette amaçsızca yürümek, biraz yeni yer görme heyecanı, biraz da kültürümü arttırmak. Ve bunların hepsini gerçekleştirdim. Mutluyum.
- İnsanın kafasını boşaltmasının değeri paha biçilemez!
- Paris’e Pegasus Havayolları ile uçtum (ve geri uçtum). Ben beğendim. Fiyatı uygundu. Uçak fena değildi. Hizmet iyiydi. Uçak kalkmadan önceki video kaydı eğlenceliydi. Memnun kaldım. Ama bir arkadaşım iç hatların berbat olduğunu söyledi. Aklınızda olsun.
- Hediyeler hariç tüm masrafım 1100 euro tuttu.
- Toplamda 5 gece kaldım. 6-11 Haziran 2010 arası oradaydım. Gidiş ve dönüş günlere yalan oldu. Ama geri kalan 4 günde bayağı dolaştım.
- St. Michel Bulvarı ile St. Germen Bulvarı kesiştiği kavşağın hemen yanında bulunan Rue de la Harpe caddesi üzerindeki Hotel du Levant’ta kaldım. Otel çok merkeziydi ki asıl seçme sebebim oydu. Paris’in sıfır noktası olan (tüm mesafeler buraya göre ölçülüyor) Notre Dame Kilisesi’ne yürüyerek sadece 3-4 dk. uzaklıktaydım.
- Otel güzeldi. Odada buzdolabı, LCD, özel kasa dahil her şey vardı. Gayet kullanışlıydı. Otel görevlileri gayet güleryüzlüydü. Fiyata kahvaltı dahildi ki gayet güzeldi. Günlük fiyat 76 euro’ydu.
- Uçaktan inince direkt metroyla tanışıyorsunuz. Paris metrosu çok kullanışlı. Her şey açık. Her istasyonda bilet için otomatlar var, bozuk para, banknot veya kredi kartı verebiliyorsunuz. Metro haritası aldıktan sonra İngilizce bilmeniz bile gereksiz. Sadece bineceğeniz metro hattı numarasını bilmeniz yeterli. Oklar sizi yönlendiriyor ki metro içi oldukça karışık ama bu kolaylık hiç problem çıkartmıyor.
- Geldiğim ilk gün Fransa Sinematek’ine uğradım. Sinema müzesi hayal kırıklığına uğrattı beni. Birkaç sinema projeksiyonu hariç pek ilgi çekici objesi yok. Ama sinema öncesi dönem de Karagöz’ü de göstermesi şaşırtıcıydı. Başka bir katta set fotoğrafları sergisi vardı. 50’lere kadarki tüm üstatların set fotoğrafları sergileniyordu. Serginin Scorsese ve Gavras tarafından düzenlenmesi hoş bir detay. Gavras zaten Sinematek’in başkanı gerçi. Sinema tutkunları için ilginç bir ziyaret olur bence yine de.
- İkinci gün önce Orta Çağ Müzesi’ne girdim. Çok sıradandı.
- Ardından Pantheon’a girdim. 25 yaş altı kontejanından bedava girdim. Pantheon dev bir kabiristan. İlk katta dev resimler ve Foucoult Sarkacı temsili harici bir şey yok. Asıl olay alt katta. Victor Hugo, Alexandre Dumas, Jean Jacques Rousseau, Madame Curie, Braille (körler için alfabeyi yaratan kişi) gibi önemli şahsiyetlerin mezarları yer alıyor.
- Foucoult Sarkacı’nı bilmeyenler için birazcık anlatayım. Bu ünlü deney 19. yüzyılın ortalarında ilk defa Pantheon’da gerçekleştirilmiştir. Bildiğiniz sarkaç, tepede tam orta kısma asılmış ve aşağıya salınmıltır. Sarkacın asla durmadığı gözlemlenmiştir. Bu da dünyanın yuvarlak olduğunun bir kanıtıdır.
Sinemasal Bir İstanbul Günü
Sabah 9 buçuk civarında uyandım. Baktım, etrafta ses filan yok, yani ev sahiplerim uyuyorlar. Kapıdan süzülerek kendimi dışarı attım. Apartmandan adımımı attım, ara sokak olmasına rağmen canlı bir İstanbul havası seziliyordu. Metroya doğru yürürken bir fırından simit kaptım, daha sıcak. Elimde simit, yolun keyfini çıkararak Taksim’e geldim. Saat sabahın ilk saatleri olduğundan İstiklal, en boş saatlerini yaşıyordu.
Bir Pandora’ya uğradım, ayıp olmasın misali. Sight&Sound’un son sayısına göz attım. Pek okunacak yazı bulamadım. Alsaydım belki Fish Tank’in hacimli yazısını okurdum. Doğruca D&R’a yollandım çünkü aradıklarım esas ordaydı, farkındaydım. Girer girmez (Bursa’da bulunmayan) dergilerime baktım, ikisi de hazır bir halde beni bekliyordu. Ama önce bir DVD katına göz attım, almamın güzel olacağı birkaç DVD çıkmış. Bir dahaki sefere deyip erteledim DVD alışverişini. Sonra girişte Empire (İngiltere baskısı) ve Bant’ımı aldım ve çıktım.
Daha fazlasını oku…
Son Yorumlar