Başlangıç > fikir, hayat > Yaş 40

Yaş 40

Ülkemizde “Ömrün yarısının 35 yaş olduğu” fikri Cahit Sıtkı Tarancı’nın Yaş 35 şiirine atfedilir. Halbuki Tarancı, o ünlü şiirin ikinci mısrasında referansını verir: Dante, ebedi eseri İlahi Komedya’ya “Hayat yolumuzun yarısında…”* kelimeleriyle başlar ki o da bu hesabı İncil’e dayanarak yapmıştır.

Günümüzde çoğu insan; kendisinin “biricik” olduğunu, bundan dolayı her şeyi yapmayı hak ettiğini ve kendi düşüncesinin de özgün ve sonuna kadar doğru olduğunu düşünüyor. Bence her insan, yaşamının bir evresinde böyle düşünmüştür. Tıpkı her şeyin sizin çevrenizde döndüğünü sandığınız bu dönem gibi, her duyduğunuz/okuduğunuz/izlediğiniz fikri orijinal sanarsınız. Mesela filmlere tutkun olduğumu keşfettiğim lise dönemimde izlediğim her kalburüstü yapımı başyapıt sanardım. Halbuki 1980 öncesi yapımları daha çok izledikçe düşüncelerim değişmeye başlamıştı.

Olgunlaşmanın belli bir yaşı yok ve de her konuda aynı anda olgunlaşmıyorsunuz. Ama -en azından benim- bunu anlamam için bir dereceye kadar olgunlaşmam gerekmişti. Çünkü kendi olgunlaşma süreciniz, diğer insanların da son derece farklı süreçlerden geçerek olgunlaşabileceklerini size gösteriyor. Dünyadaki yerinizi görmeye başlamanız tam da burada başlıyor.

Benim bu dünyadaki ilk 30 yılım, kendimi ve dünyayı anlamaya çalışmakla geçti. Doğal olarak kişinin fiziksel özellikleri ve karakteri ile karşılaştığı kişiler ve olaylar, kendisini anlamlandırabilme sürecini oldukça etkiliyor. Örneğin benim fiziksel engelli olmam, olgunlaşmamı oldukça etkilemiştir. Ama bu etki bazı açılardan negatif olmuşsa da bazı açılardan pozitif olmuştur. Misal vermek gerekirse, ben ilk kez 28 yaşımda kız arkadaş edinebildim. Yaşıtlarım 14-16 yaşlarında bu deneyimi kazanabiliyorken benim bu açıdan olgunlaşmam neredeyse 30’umu buldu.

Lakin bir engelli olarak her zaman normların dışında bir birey olduğum için toplum içinde farklı biri, yani bir azınlık olduğumu kanıksadıktan sonra bu konuda -yine bence- çevremdeki çoğu insana göre daha hızlı bir farkındalık kazandım. Uzun yıllardır şu cümle, bu konudaki ana mottom: “Ayrımcılığın ayrımı olmaz!” Yaşadıklarımız ve maalesef dünyanın günden güne kötüye gitmesi düşüncelerimi doğruluyor: Güçlünün hep haklı/kazanan olduğu, ‘normal’in hep tercih edildiği bir dünya; bir yanılsamadır, sürekliliği olan bir durum değildir.

Bunları kanıksamam bende entelektüel bir açlık doğurdu. Filmleri her zaman çok sevdim ama onları anlamdırmakta sıkıntı çektim. Film eleştirmeni, hatta bir yönetmen olmak gençlik hayalimdi. Ama yazdıklarım çok eksikti, üniversitede çektiğim kısa film berbat ötesiydi. Çünkü istemekle layığıyla yapmak arasında çok büyük bir fark vardı. Bunu cidden fark etmem, eksiklerimi görmem 28-30 yaşlarım arasındadır.

Bu yüzden 30’larım çok daha verimli geçti. Bence bunun esas sebebi, kendimi daha iyi tanımam ve artık neyi istediğimi, daha da önemlisi neyi istemediğimi daha iyi bilmemdi. Bu sayede hayatım daha düzene girdi. Sevdiğim birini buldum, o da beni sevince beraber bir hayat kurduk. Daha çok okudum, izledim, dinledim. Bunlar hakkında düşündüm, bu düşüncelerden bazılarını yaşamıma adapte edebildim.

Bu yazıda hep birinci şahıs kullanıyorum ama aslında gelişmenin kollektif olarak çok daha güçlü olabileceğinin farkındayım. Bu açıdan en büyük şansım eşim, sevgilim, hayat arkadaşım, en iyi arkadaşım Damla’m. Onunla fikir alışverişinde bulunmak, okuduklarımı/duyduklarımı tartışmak beni daha da ileriye taşıdı. Bu yüzden son yıllarda yazdığım yazılarda ve daha önemlisi hayata bakışımda Damla’mın etkisi yadsınamaz.

Hayat, bir süreç. Kimine göre çok uzun, başkasına göre çok kısa. Oysaki hayata zamansal bir nicelik olarak bakmanın beyhude bir çaba olduğunu düşünüyorum. Bitkisel yaşamda ölmeden yaşamak, bence yaşamak değil. Hayattan zevk almadıkça insan yaşar mı? Hakan Günday bence en iyi eseri olan Kinyas ve Kayra’nın bir yerinde şöyle yazıyor:

“Hayat, ölene kadar hissedilen zevklerden, çekilen acılar çıkarıldığı zaman geriye kalandır. Hayat = zevk – acı. Sonuç pozitifse yaşamışsındır hayatı. Negatifse ölmüşsündür doğduğun gün. Tabii bir de sıfır ihtimali var. Bu durumda ise zamanın yetmemiştir hayatı anlamaya.”

Günday’ın bu yazdıkları, yaşamanın ne kadar öznel bir kavram olduğunu ortaya koyuyor. Kişiye göre değişen bir kavrama nasıl sınır koyabilirsin ki? Hayatım belki 70’te bitecek, belki 80’de, ya da 100’de, belki 41’de. Önemli olan o hayatın içeriği değil mi? Ama öldükten sonra o yaşamı eleştirene göre değil, o hayatı yaşayana göre içeriği önemli.

Bu yüzden de bir süredir başkalarını eleştirirken dilimi daha fazla ısırıyorum. Çünkü olgunlaştıkça kendi fikirlerimin sadece beni bağlaması gerektiğinin bilincine vardım. Tabii birtakım eylemlerim ve düşüncelerim eşimi, ailemi ve yakın çevremi etkiliyor fakat bu etkinin bile minimal düzeyde olması için çabalıyorum.

Bir filmi ya da diziyi önermekten bile imtina ediyorum artık. Sonuçta başka birinin, kendi zevkime göre değerlendirdiğim bir eseri beğenip beğenmeyeceğine nasıl karar verebilirim ki? Tabii bu, önemsiz bir örnek olarak görünse de büyük şeylere de uyarlanabilir. Başkasının yaptığı meslek, seçtiği partner, kullandığı oy, yaşayacağı ev hakkında ahkam kesenleri, yargı dağıtanları kendimden mümkün olduğunca uzak tutmaya çalışıyorum.

Uzun lafın kısası, kendime yapılmasını istemediğim şeyleri başkalarına yapmamaya gayret ediyorum. Bunu, öncelikle kendi hayatımı önemsediğim için yapıyorum. Çünkü ben bu evrende yalnız yaşamıyorum. Bilmem kaç milyar yaşındaki, engin evrenin ufacık bir gezegeninde şimdilik 40 sene yaşamış bir canlıyım.

Daha ne kadar yadar yaşarım, bu zaman zarfını ne kadar nitelikli geçirebilirim bilmiyorum. Malum, beni aşan bir sürü parametre mevcut. Ama günümüz dünyasının koşullarında, hayattan aldığım zevkleri arttırabilmek için elimden geleni yapıyorum. Bunların çoğu da küçük şeyler: Lezzetli bir yemek yeme, iyi bir kitap okuma, ufuk açan bir film izleyip onun üzerine kafa yorma, heyecanlı bir diziyi takip etme, eski dostlarımla muhabbet etme, bazen sadece denize bakma veya bana dokunan bir şarkıyı -tüm benliğimle- dinleme…

Neden küçük şeyler? Çünkü büyükler konusunda hem çok karamsarım, hem de korkak. Keşke dünya için bir şeyler yapabilseydim. Bir STK’ya girerek boş zamanlarımı ve emeğimi ulvi bir amaca vakfetmek isterdim. Ya da bir siyasi partiye katılarak bu ülkenin geleceği için koşulsuz çalışmak isterdim. Ama inancım yok. Bu kötülük deryası içinde insanlara güvenmiyorum ve onlardan korkuyorum. Bu korkaklık, içimdeki hedonizmle birleşince de geriye küçük şeyler kalıyor.

Kendimle giderek daha fazla barışıyorum. Engelliğimle, zayıflıklarımla, eksiklerimle… Belki de 40’lı yaşlarım bunları törpülemekle ve dünyaya yararlı bir şeyler yapmakla geçer. Kim bilir. Eskisi kadar plan yapmayı da sevmiyorum artık. Akışına bırakmak lazım bazen. Kim olduğumu unutmadan, gerektiğinde geçmişimle hesaplaşabilerek geleceğe umutla bakmaya çalışıyorum.

Son olarak, bir süredir aklımda “beni anlatabilecek bir şarkı listesi” yapma fikri vardı. Bu fikir, 40. doğum günüm yaklaşınca “40 senemi anlatabilecek bir şarkı listesi”ne evrildi. Böylece Spotify’da 80 şarkılık bir liste hazırladım. Bunlardan kimi yaşamımın spesifik bir dönemini hatırlatıyor, kimi bazı duygularımı ifade ediyor, kimi de hayallerimi… Yine dinlerken zevk alacağım bir liste hazırladım, belki siz de dinlemek isteyebilirsiniz diye paylaşıyorum.

*: Feridun Timur çevirisinden alınmıştır.

Kategoriler:fikir, hayat
  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. 24/02/2025, 09:21

Yorum bırakın