Başlangıç > fikir, saçmalama edebiyatı, yorum > Hangi Nirengi Noktası?

Hangi Nirengi Noktası?

Gittikçe daha da garipleşen bir dönemde yaşıyoruz. Dertleniyoruz, söyleniyoruz, üzülüyoruz ama sonraki yıl onu da aratıyor. Çoğunluk, bir nirengi noktası bulma telaşında. Öyle bir nirengi olsun ki dünya onun üzerine anlaşsın ve artık büyük bir sürpriz olmasın. Bir göktaşı ya da deprem riskini tamamen bertaraf edemeyiz ama savaşlar olmasın, çocuklar -en azından açlıktan ve yetersiz sağlık hizmetinden- ölmesin, terör eylemleri olmasın, sınırlar kalksın ve bunun gibi sayısız iyi niyetli istek. Bunun bir adım ötesi, ünlü şarkıda dendiği gibi “Hayat bayram olsa!”

Sorun zaten bu nirengi noktasında. Çünkü herkesin kafasındaki nirengi farklı ve daha da kötüsü, neredeyse her insan kendi nirengisinin en iyisi olduğunu düşünüyor. Aslında içten içe bildiğiniz ama söylemeye, kendinize bile itiraf etmeye çekindiğinizi yazayım: Aklı başında (bu ifade de sorunlu ya çaktırmayın 😉) hiçbir insanın istemediği o savaşların, terör eylemlerinin, kavgaların, çocuk ölümlerinin esas sebebi; sıradan insanın güç isteği ve bu durumu herkese kabul ettirebilme hırsı. Bu yüzden de çoğunluk, kendi nirengi noktasını diğerlerine dayatma peşinde. Bu sıradan insan, ben dahil hepimizi kapsıyor, istisnasız.

Haritalamada referans olarak kullanılan konuma verilen isim olan nirengi noktasının Demirciköy, İstanbul’daki örneği (Kaynak: https://ecodiurnal.com/)

Kendinizi temize çıkarmaya hiç çalışmayın, belki de bu doğamızda var. Ayn Rand gibi insanın mutlak bencil olduğunu ve gerçek iyiliği hiçbir zaman yapamayacağını da savunmuyorum. Tersine, Rand gibi insanların savunduğu bencilliğin, daha da büyük bencillikler doğurduğunu ve dünyanın bu sayede bugünkü kaotikliğe geldiğini düşünüyorum. Lakin ben özgeciliğin (insanın koşulsuz iyilik yapabileceğini savunan görüş, alturizm) de bir idea (uygulamaya geçme ihtimali olmayan fikir) olduğu düşüncesindeyim.

İnsanın her alandaki bencilliğinin yanında, dünyayı çıkmaza sürükleyen diğer önemli husus da basitleştirme tutkumuz. Bilhassa günümüzün dijitalimsi dünyasında kolumuzu bile oynatmadan para kazanmak, spor yapmak ve eğlenmek istiyoruz. Bu kadar kompleks bir evrende ve bu kadar fazla bileşenli bir hayatta bunu istemek ne kadar absürd. Ama benim esas değinmek istediğim, Idiocracy (2006) filmine doğru giden bu durum değil.

Her şeyi (ama her şeyi) etiketleme ve indirgeme ihtiyacımız. Bir şey ya iyidir, ya kötüdür. Biri ya sağcıdır, ya solcu. Ya zekisindir, ya salak. Bir eşya ya kullanışlıdır, ya çöp. Neden, kime göre, neye göre? Hayat 1 ve 0’lardan oluşan ikili bir sistemden mi ibaret? Bu kadar çok boyutlu bir dünyayı tek boyutun bile ötesinde iki seçeneğe indirmeyi neden bu kadar seviyoruz?

Bu soruların yanıtlarından bazıları, aslında soruların içinde. Bu kadar kompleks bir evrendeki kavramları anlayabilmemiz için birtakım indirgemeler ve kabuller yapmamız gerek. Sorun bence bundan sonra başlıyor. İndirgedikten sonra, ya sehven ya da kolayımıza geldiğinden indirgemenin (ya da kabulün) kendisini unutuyoruz veya ne zaman indirgemememiz gerektiğini kaçırıyoruz. Mesela okulda çözdüğümüz çoğu matematik probleminde pi sayısını 3 alırız doğrudan. Bu, bir kabuldür ve işlemde kolaylık sağlar. Ama sizin bu kabülü, bir mimari projede ya da çok hassas bir mühendislik hesabında yapmamanız gerek. Çünkü 3 ve 3.14…. diye giden pi sayısının arasında gayet fark vardır ve yaptığınız hesaba göre ciddi sıkıntılar oluşturabilir.

İnsanlık gittikçe gelişen teknolojinin de etkisiyle tembelliğe daha çok meylediyor. Fiziksel tembelliğin sonuçlarını artan sağlık sorunlarıyla görüyoruz. Fakat en az onun kadar tehlikeli olan düşünsel tembellik sayesinde insanlar konuşmuyor, düşünmüyor, tartışmıyor. İnsanlar artık bir kitabı okuyacaklarına onun özetini anlatan bir Youtube videosu izlemeyi yeğliyorlar. Böyle olunca; hem kitabın konusunu indirgemiş, hem yazardan ziyade özeti yapan kişinin bakış açısını izlemiş/okumuş, hem de kitabın esas meramının yanında yan meramları ve okuma keyfini ıskalamış oluyor. Dolayısıyla okuduğunun üzerine kendi düşüncesini geliştiremiyor.

Film olarak olmasa da fikir olarak gayet başarılı olan Idiocracy filminin bir reklamı (Kaynak: facts.net)

Kendi düşüncesini geliştiremeyen bir insan da başkalarının zihinlerinin kölesi olmaya daha açık oluyor. Aslında bu durum, herkesin düşündüğü ve de daha çok fikrin (nirengi noktasının) olduğu bir dünyadansa daha yararlı gözükebilir. Fakat düşünmemek, ot gibi yaşamak manasına gelmiyor. Bu düşünmeyen, daha doğrusu kendi özgün düşüncesini üret(e)meyen insan da çalışıyor, para kazanıyor, çocuk sahibi oluyor, tüketiyor, oy kullanıyor. Ama bunları ve bunlar gibi daha bir sürü eylemi kendi iradesiyle değil, başkalarının düşünceleriyle yapmış oluyor. Ortaya da sevmediği işte çalışanlar, sevgisiz büyüyen çocuklar, hepsi birbirine benzeyen yararsız ürünler çıkıyor.

İnsanlar mutsuz, nüfus artmış, israf dağ kadar ama diğer yandan o israf edilenlere ulaşmak için günlerce çalışan milyonlar var. Her kesimden insan bu durumdan mutsuz ama birbirini dinlemek yerine, kendi çözümünün en iyisi olduğu iddiasında. Dinlemiyoruz, düşünmüyoruz, iletişim kurmuyoruz.

Bu yazı umutlu bir şekilde bitmeyecek. İnsanın açgözlülüğü maalesef azalmayacak. Ortak bir nirengi noktası bulmadığımız sürece yeni savaşlar, pandemiler, krizler kaçınılmaz. Çünkü öncelikle bugüne kadarki tüm düzenlerin eksik olduğunu kabullenmemiz gerek ve sonra da tüm insanlık, hatta ötesinde tüm evren için geçerli bir düzende anlaşmamız lazım. Bahanesiz, istisnasız, zamansız, mekânsız. Ben bunun olabileceğine maalesef ihtimal veremiyorum.

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın